İdam mahkûmu bir adam, son isteğinin annesinin dilini öpmek olduğunu söylemiş. Oğlunun son isteğini yerine getirmek isteyen anne, dilini uzattığı esnada oğlu annesinin dilini ısırarak koparmış.

Bir müddet yaşanan şaşkınlığın ardından, adama bunu neden yaptığını sormuşlar. Adam başlamış anlatmaya:

"Ben çocukken komşunun kümesinden bir yumurta çaldım ve anneme verdim. Annem bu yumurtayı nereden bulduğumu sormadan bana güldü ve başımı okşayarak yumurtayı elimden aldı. O günden sonra, ben de her fırsatta bir şeyler (arkadaşlarımın kalemini, silgisini vs) çalıyordum. Bu çaldıklarımı annem gördüğü halde bana kızmıyordu. Ben büyüdükçe, çaldıklarımın değeri de büyüyordu. Anneme bol miktarda para vermeme rağmen, bu parayı nasıl kazandığımı bir gün bile sormadı. Artık bildiğim tek şey hırsızlık yapmaktı. Son olarak bir banka soymaya karar verdim, soygun sırasında bir güvenlik görevlisini öldürdüm ve bu sebeple şimdi idam mahkûmuyum.

Komşunun kümesinden yumurta çalıp eve getirdiğimde, annem bu yaptığımın yanlış bir şey olduğunu söylemiş olsaydı, ben bugün idam sehpasında olmazdım..."

Doğumla gelen kazanımlar ne bir övgü ne de bir yergi alanıdır. İnsanlar dinlerini, ırklarını vs doğumda “varsayılan” olarak alırlar. Yani bunlar kişinin arzu ve istekleri ile gerçekleşen durumlar değildir. Hoşgörünün önündeki en büyük engellerden birisi de, muhatabımızı, iradesi haricinde şekillendiren dış etkenleri sıkça göz ardı etmektir. İnsanları çevreleyen öyle unsurlar vardır ki, bunlar insan kişiliğini kendi bireysel tercihlerinden daha çok şekillendirirler. Şırnak’ ta görev yaparken liseye giden kızım sınıftaki arkadaşlarının söylem ve tavırlarını eleştirince ona şöyle demiştim: “Sen, arkadaşlarının doğduğu evde doğsaydın onlardan farklı düşünür müydün?” Dolayısıyla insanları yargılarken, yaşananların arka planında olan lakin görmediğimiz ve göremeyeceğimiz hususları da göz ardı etmemek lazım.

Yine yıllar önce bir hastanede doğumhane kapısında beklemekteydim. O esnada içeriden bir hemşire çıkarak, orada babası ile birlikte hastasını bekleyen çocuğa bir miktar para verdi ve kendisine sigara almasını rica etti. Çocuk da hemşirenin uzattığı parayı alıp bir müddet sonra elinde sigara ve para üstü ile geri geldi. Bunun üzerine babası, çocuğuna “Tu sana, geri döndün ha! Hemşire seni tanımıyordu ki, parayı almışken ortadan kaybolsan nereden bulacaktı seni! diyerek çocuğu payladı. Yıllar sonra o melek çocuk (çocuklar melekler gibidir) ve diğer kardeşlerinden cezaevinde yatmayan kimsenin kalmadığına bizzat şahit oldum. O masum

çocuklar böyle bir babaya sahip olmalarının şanssızlığını yaşadılar ve yaşamaya da hâlen devam ediyorlar.

Fransız  yazar A.  Brayer diyor  ki:  Türklerin  ahlakı,  çocuklukta,  iyilik  telkini  alarak  değil,

toplumda kötü örnek görmeyerek gelişir...” Batılı seyyah ve gözlemcilerin kullandıkları “Türk” kelimesinin birçok yerde “Osmanlı”, hatta sadece “Müslüman” demek olduğu bilinen bir gerçektir. Demek ki iyilik, telkin edilerek ya da anlatılarak değil, yaşanılarak öğretilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır. (Saff/2)

İnsanları sözleriniz, nasihatleriniz ile etkileyebilirsiniz. Ancak söylemi, (konuşma-sohbet-yazı) eylemin takip etmesi lazım. Yoksa bu çabadan bir şey elde edilmez. Yukarıda Fransız yazarın yaptığı tespit çok manidardır. Atalarımız çocuk yetiştirmenin formülünü keşfetmişler. “..çocuklukta, iyilik telkini alarak değil, toplumda kötü örnek görmeyerek gelişir...”

Ortaokulda okurken Yeşilay koluna girmiştim. Derste içki ve sigaranın zararlarını öğreniyorduk. Hatta deneyle sigaranın insan vücudunda, yani akciğerlerde bıraktığı kalıntıları görüyorduk. Dersten sonra ise öğretmenler bakkaldan sigara aldırıyorlardı… Aynı şekilde rahmetli babam sigara içmemize çok kızardı. Ancak eve getirdiği tütünün tiftiklenmesine yardım ederdik. Ve babamın özenle sigara yapıp tabakasına (tütün veya sigara koyulup cepte taşınan metal kutu) yerleştirmesini seyrederdik.

Yine aynı yabancı yazar şunu da söylemektedir: “Osmanlı’da çocuklar sokaklarda sükûnet içinde oynarlar, ağlamazlar, gürültü etmezler, bağırmazlar.” Oysa turistlerin sıkça tercih ettiği şehirlerimizden olan Antalya’da eğitim maksadıyla bulunduğumuz zaman dilimlerinde dikkatimizi çeken en önemli şeylerden biri yabancı çocukların hemen hemen hiç ağlamamasıydı. Ne zaman bir ağlama sesi duysak, dönüp baktığımızda kahir ekseriyette (büyük bir çoğunlukla) ağlayan çocukların bizden olduğunu görüyorduk. Demek ki Avrupalı bizden öğrendiğini çok iyi tatbik etmiş, biz ise atalarımızdan öğrendiklerimizi unutmuşuz.

Maalesef çocuklarımıza karşı çok küçük yaşlardan itibaren göstermeyi ihmâl ettiğimiz ilgi ve alaka, ilerleyen dönemlerde de kendisini gösteriyor. Bu sebeple ortaya çıkan kötü neticeler ve yanlışlar büyük ölçüde yılların ihmâlinden başka bir şey olmuyor.

Nesilleri yetiştiren biziz, onlar yetişirken onlara şahit olan yine biziz. Eğer ortada bir yanlışlık varsa, pek çoğumuza yargıçlık değil, olsa olsa suç ortaklığı düşer. Oysa buna rağmen çoğu zaman, yanlışa düşmüş olanı yargılama hakkını da peşinen kendimizde görürüz.