Gözlerimi açtığımda dünyanın içinde değildim. Sanki dünya benim etrafımda dönüyor, farklı yaşamlardan farklı farklı kareler sunuyordu bana. Çok Oscar’lı bir film izliyormuş gibi hissediyordum kendimi. Bu görüntüler hem bambaşka yerlere götürüyor hem de içimde bir şeylerin uyanmasına sebep oluyordu sanki.

 

Yazmak… Bu duygu öyle yavaş yavaş değil, birdenbire geldi içime ya da zaten içimdeydi de uyandı derin uykusundan. Öyle bir uyanış ki, sanki diğer hisleri, arzuları, düşünceleri iteliyordu diplere doğru. Önce dikkate almadım. Bastırmaya çalışmanın yerinde olacağını düşündüm. Umursamıyor görünerek filmi izlemeye devam ettim.

 

Sonra hafif hafif sesler gelmeye başladı kulağıma. Minik fısıltılar, küçük çınlamalar…

 

Sonra sesler yakınlaştı. Çınlamalar yerini çığlığa, fısıltılar feryatlara bıraktı. Benim film zannettiğim şey de neydi? Gördüğüm şeyler daha önce gördüğüm hiçbir güzelliğe benzemediği için tarifi çok güç geldi bana.

 

Dünya, içindeki her şeyi bana göstermek istiyordu sanki. Hızlı hızlı geçiyordu gözümün önünden her şey.

 

Pamuk bulutlar, yalçın dağlar, hırçın dalgalı denizler, azgın sular, havada kuşlar, suda balıklar, yerde karıncalar hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyordu: Yaz… Yaz…

 

Ne yazacağımı, bilemeden seyrediyordum. Hani beceremem ki bu işleri. İki kelime bir araya getirip meramımı anlatsam şükrederim. Yazmak kim ben kim. Hem ne yazacağım ben? Cevap gecikmedi.

 

Dalından düşen yapraklar, hep geciken dumanı kara kendi kara trenler, sevda fallarında örselenmiş papatya, mezar taşında kuruyan göz yaşı, kumrular, turnalar, ıssız yollar…: Bizim  hikayemizi yaz dediler.

 

Gözlerim bir şeyler aradı bu kalabalığın içinde. Bir insan. İnsan yoktu yalnızca bu filmin içinde, yalnız insan yaz demiyordu. Çok tuhaftı, hiç insan yoktu ama çok kalabalıktım.

 

İyi de dedim ben beceremem ki! Bilmem duygulu şeyler yazmayı. Hem tut ki yazdım, kim okur benim yazdıklarımı.

 

Kalem çıkageldi. Benim serüvenimi yaz. Kâğıtla aynı özden gelişimi, benim eğilip bükülüp sonra dosdoğru oluşumu, kağıdın liğme liğme kesilişini yaz. Sonra nasıl bir oluruz tekrar. Dile düşmeyen sevdaları ben kâğıda dökerim. Ömrü kurt gibi kemiren pişmanlıkların,  bir derin nefese benzeyen hislerin bir kâğıt kalemle dile gelişini yaz.  Hastaya reçete, sevdalıya mektup, yolcuya bilet, zengine senet, fakire ekmek oluşumuzu yaz.

 

Bizden başla önce dedi turnalar. Bizi yaz. Bizim kanadımız sevda yükünü taşır. Yağmur olup yağamayan ama kanadımıza tutunup kavuşan sevdalıları yaz.

 

Mezar taşında kurumak üzere olan gözyaşı son bir gayretle; bizi yaz dedi herkesi hüzünlendirir bizim hikâyemiz. Biz her zaman sevgiden, özlemden akmayız öyle. Esas pişmanlıktan döküldüğümüzü yaz.

 

Bizi de yaz dedi benzi sapsarı geçmiş yapraklar. Bizim de hikayemiz hüzünlü. Biz ayrı düştük tutunduğumuz daldan. Bir zamanlar kuşlar konardı, bülbüller öterdi bu viran bağda. Rüzgâr kattı önüne savurdu bizi sonra.

 

Birinin sözü bitmeden diğeri başlıyordu söze. Her şey hem o kadar farklı geliyor, çıldırdığımı düşünüyordum hem de o kadar normal geliyordu ki daha önce gözümün önünde duran bu hikâyeleri fark edemeyişime hayıflanıyordum.

 

Bir tren sesi geldi acı acı. Neden karasın sen dedim trene yok muydu başka renk? Sadece rengim kara olsa iyi dedi tren, bahtım da kara, dumanım da. Bizim kendimizi yollara vuruşumuza dağlarda salınıyor da derdimizi bilmiyor dediler. Hâlbuki gördüğüm ayrılık derdi yaktı ciğerimi. Ondan kara çıkar dumanım, ondan vurdum kendimi dağlara. Beni yaz.

 

Papatyaların boynu bükük, her çiçek sevgiyi anlatmak için verilir, bizi tartmak için kullandılar. Çiçek bahçesinde açacak mecal kalmadı bizde. Bizi yaz...

 

Her hikâye ayrı ayrı etkiliyor, hepsini yazmak için müthiş bir istek duyuyordum artık.

 

Sonra sesler tekrar alçalmaya başladı. Ufak iniltiler halini aldı. Tekrar yaklaşan bir ayak sesi ve sonra yine bir ses: uyan artık dedi.