Türkiye’nin gazetecilik geçmişinde ‘iz’ bırakmış isimlerden birisi olan Çetin Altan, 1946'da Ulus Gazetesi’nde başladığı gazetecilik hayatını 87 yaşında Milliyet'teki ‘Şeytanın Gör Dediği’ köşesine ara verene kadar sürdürdü. Onlarca yıl ülkenin dertleriyle dertlendi, dertlerin tercümanı oldu. Önemli sorunlar, sıkıntılar, zor süreçlere şahitlik eden bir gazeteci olan Altan, buna rağmen köşesinde kullandığı ve Türkçe’ye kazandırdığı ‘Enseyi Karartmayın’ deyimiyle hep anıldı. Her şeye rağmen ‘Enseyi Karartmayın’ diyerek köşesinde onu okuyan herkese ‘umut’ olmaya devam etti. Haklıydı da... Hatta umutsuzluğa düşmeme ile ilgili bu sözünü de şöyle açıklıyor Çetin Altan:

Rumelililer, efkârlı gördüklerine “Enseyi karartma” derlerdi. Yüz zaten kararabileceği kadar kararıyordu, karanlık enseye de geçti mi artık iflâh olmak kolay değildi.”

 

***

Oğuz Atay ne diyordu: “İnsan başkalarındaki kötülükleri görerek iyi olmaz.”

Tamam. Öyle yapalım. Van’ı konuşurken başkaları üzerinden konuşmayalım. Koyalım önümüze acı bir ‘kaçak’ çay. Şöyle bir silkelenelim. Öyle konuşalım: Neyi, nerede, nasıl yanlış yaptık? Neydik, ne olduk? Bu gidişat nereye?

 

***

Gidişata gelmeden önce... Biz gazetecilerin de ‘klişe’ soruları oluyor bazen. Mesela siyasetçisine, STK temsilcisine, başkanına en çok şunu soruyoruz:

“Sizce Van’ın en büyük sorunu nedir?”

Bolca ve adamına göre cevap alabileceğiniz bir soru, değil mi? Sonuçta nasıl bakarsanız, öyle görürsünüz. O halde, dönüp bu ‘klişe’ soruyu kendimize soralım. ‘Bence’ en büyük sorun nedir mesela? Gerçekten de zor soru.

 

***

Bölgeler arası kalkınmışlık, bölgesel konumumuz ve sayısız dezavantajdan bahsedebiliriz kendimizle ilgili. Girersek içinden çıkamayacağımız konular. İyisi mi biz konuşabileceklerimiz üzerinden gidelim. Avantajları, dezavantajlarından açık ara fazla olan bu kentte bir şeylerin ‘yanlış’ gitme müsebbibi biz değilsek de bir çoğunda ‘dahili’ ve ‘harici’ bedhahlar konusunda da öyle çok da çaba sarf ettiğimiz konusu da tartışmak gerekiyor diye düşünüyorum. Özetle... Bizim şu an 1, 2, 3, 4...  Siz deyin on, ben diyeyim yüzlerce sıkıntımız var. Fakat hepsinden öte, üzerinden en çok çalışmamız ve kent adına en çok kafa yormamız gereken konu, kendimiz ve kentimizle ilgili SAHİPSİZLİĞİMİZ!

 

***

Konuyu biraz açar mıyım? Açarım tabi. Hamdolsun. Allah’tan daha büyük sahip olmaz. Sahibimiz var. Lakin Allah’ın da sahibi olduğu, insanlara ‘sahip’ olduğu bir çok yönetici tarafından yönetiliyoruz. Bu konuda başıboş değiliz. Esas sahipsizliğimiz kendimizle ilgili...

Mesela... Siz de yaşamışsınızdır. Yolunuz düşer başka bir şehre gidersiniz. Bir İstanbul, bir Ankara ya da turizm kenti Antalya, ya da Karadeniz’de Trabzon, ya da biraz daha yakına gelelim Doğu Anadolu’da Malatya. Gezer görürsünüz. Sonra içinize bir hüzün düşer. Bir olduğunuz yere bakarsınız bir de geldiğiniz yere. “Bizim neyimiz eksik?” diye sorgular, eksik kaldığımız her şey üzerinden bir ‘of’ çekeriz. Karşıki dağları yıkamasak da içimiz ‘parçalanır’ hani. E sonuçta ‘memleket’ sevdalısıyız. Bizde de olsun istemez miyiz?

 

***

İşte onlarda olup da bizde olmayan önemli noktalardan birisi: Lobisizlik!

Bakın laf salatası değil bu bir gerçek: Dünyayı lobiler yönetiyor. Koca Amerika Birleşik Devletleri’nde taa 1600’lü yıllardan kalma bir ‘Püriten’ geleneği ve ‘lobisi’ yok mu? Var... En güçlülerin arkasında bir ‘Yahudi’ lobisi var mı? Var. Yahu gelin yine çok uzağa gitmeyelim. Türkiye’de şu anda Ankara’da güçlü bir ‘Karadeniz’ lobisi var mı? Var. E peki ellere var da bize yok mu? Olsa dükkan bizim...

 

***

Yıllarca çalışırsınız. Emek verir, ömrümüzden ömür veririz. Bir dükkanımız, bir tezgahımız olsun deriz. O kadar çalıştık, çabaladık da biz niye dükkan sahibi olamadık? Bunu da sormak lazım. Aha ben soruyorum: Van’da kazanıp, (gözümüz yok vallahi) Van’da zenginleşen, Van’da kalan kaç tane güzide hemşerimizi sayabiliriz? Çok var da biz sayamıyoruz gibi bir durum olduğundan değil.  Ya olanlar çoktan ‘bıkıp’ gittiler. Ya da gidenler bizi unuttular.

Şimdi siz bana sorun: Peki Ağrı’da Çeçen’ler, Bitlis’te Eren’ler niye kentlerine bu kadar ‘yatırım’ yapıp sahipleniyor? Cevap veriyorum: Bilmiyorum. Ama kendimce Bizim ‘iyi’ adam harcayan, yıldızı hafif parlayanı hemen indirme gibi ‘kötü’ bir huyumuz olduğunu aklıma getirmiyor değilim. Ha bir de gidenlerin de Van hassasiyetini bir sorgulamakta fayda var. Nihayetinde bizimkilerde bizi seçim, meçim dönemlerinde hatırlıyorlar. Öyle haklarını yemeyelim.

 

***

Bakın. Yol, su, elektrik hizmetlerine, belediyecilik işine falan hiç girmiyorum. Van Büyükşehir’se ve biz halen fiziksel olarak ‘büyük’ ve ‘modern’ olamadıysak sebebi yine bizleriz. Amiyane bir tabir olacak ama affola: “Ağlamayan bebeğe süt vermezler.” Diyorlar hani. Biz istemeyince çok da bir şeyler alamayan bir kentiz. Yani hakkımız olanı isteme, ya da olması gerekeni talep etme konusunda zaafiyetlerimiz var. Esik kalıyoruz. Böyle olunca da ne siyasetçimizi, ne vekilimizi, ne başkanımızı ne yöneticimizi çok da öyle belirleme konusunda ciddiye alınmıyoruz gibi... “İyi de kardeşim, diğer kentlerde sipariş işi yönetici mi gönderiliyor?” dediğinizi duyar gibiyim. Öyle değil işte. İstediğiniz, aldığınız, alamadığınız hizmetler arasında çok ‘doğru’ orantılar var.

 

***

Siyaseten de çok güçlü değiliz mesela. Ne zaman bir siyasetçimiz ‘bir yerlere’ gelecek olsa ilk çelmeyi biz takıyoruz. “Kendi işimizi kendimiz görürüz” misali. Yahu zaten Ankara büyük memleket, Ankara kurtlar sofrası. Ankara adamı yutuyor. Böyle bir ortamda Ankara’dan önce biz adam harcayınca adamlara da iş bırakıyoruz. Malum, Ankara’da adamı olmayanın işi yürümüyor... Bizimki de bu yüzden yürümüyor işte.Halbuki bu memleket başbakanlık yapan Ferit Melen’leri de gördü, Kinyas Kartal’ları da, Hüseyin Çelik’leri de... Öyle tahmin ediyorum ki bu başbakanlığa kadar giden bu isimler, bugün olduğu gibi önce Van’dan engellemelere maruz kalmamışlardır. Bugün ne AK Parti’nin A takımında, ne bakanlıklarda çok güçlü bir temsiliyetimiz yoksa bence yine kendimizi sorgulamamız gerekiyor.

 

***

Bir konuya daha değineyim... Başta dediğim gibi tek tek sıralayıp konuşacak sorun çok. Fakat bunlar dışında da bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar da kronik sorunumuz var.

Çevre Yolu gibi, Van Gölü Koruma Kanunu olmaması gibi, Ulaşım sıkıntımız gibi, stadyum gibi... Gibi gibi... İşte bu konularda da diğer illerden farklı bir muamele görüyoruz.

Bu tür konuları çoktan kapatıp hizmetlerde çağ atlayan şehirlere bakıp bu yüzden iç geçiriyoruz işte. Bizim de şimdiye kadar bu tür işleri çoktan bitirmiş olmamız gerekmiyor muydu?  Bizde halen çözülmüş değiller. Çözülürse, biz de en azından önümüzü görmüş olacağız. Ve... Van’ın marka kent olması için konuşulması gerekenleri konuşacağız. Örneğin: Kent kimliği gibi.

 

***

İyi göç alıyoruz, feci göç veriyoruz. Beyin ve sermaye göçü verip, vasıfsız göç alıyor.

Böyle bir kentte nasıl bir tablo çıkabileceğini siz tasvir edin. Haliyle kent kimliğimiz, kurumsallığımız da çok kalmıyor. Kentte kimlik kalmayınca, kenti kendisine dert eden isimler de azalıyor. Bunlar da azalınca kentin değerleri azalıyor. Van bu noktada tam bir cennet. Şaka değil. 70, 80’lerde Van için ‘Doğu’nun Paris’i’ tanımlamasını öyle durduk yere yapmadılar ya büyüklerimiz. Ya da ‘Dünya’da Van Ahirette İman’ sözü on yıllardır boşuna aktarılmıyor kuşaktan kuşağa. Türkiye’de tarım ve hayvancılıkta müthiş bir potansiyelimiz var. Sıradışı bir şekilde tarım ve hayvancılıkta bir numara olmakla birlikte bir turizm kenti olma özelliğine de sahibiz. Tarihimiz zengin, kültürümüz zengin. Zengin olmayan bir tek bizleriz. Tüm bu değerler bir kurtarıcı bekliyor. Godot’yu bekler gibi bekliyoruz. Sizce gelir mi?

 

***

Ez cümle, Van son dönemlerdeki sloganına layık: Van Güzel! Hem de çok güzel.

Ama Van’ı güzel yapacak olan ‘düşünce’ yapısına şu anda ulaşamıyoruz. Kanaatimce... Küçük dedikodularımız, dudak bükmelerimiz, mesnetsiz ithamlarımız, sahiplenmememiz, sahipsizliğimiz, lobi eksikliğimiz gibi tüm herşey döndü dolaştı ve bize faizli, cezalı ve potansiyelinin ve isminin değerinin çok altında kalan bir il olmak olarak geri döndü. Ve inanın. Bir yerden sonra mutluluk ile doğrudan ilgisi olan kahvaltıyı, hem de dünyanın en güzel kahvaltısı olarak Van’da yeseniz bile mutlu olamıyorsunuz. Çünkü... Binlerce yıl önce burada krallıklar kuran Urartular da böyle kendi halinde kalan bir kent hayal etmemişlerdi. Bu kentin tüm zenginlikleri aleni olarak ortadayken, bir krallık kenti olan Van hala dezavantajları ile anılıyorsa, bunu öyle ‘kadere’ yıkmamak gerekiyor. Galiba bizim durumumuz çocuğunun durumunu sormak için öğretmene giden velilerin yüzde 99’nun aldığı cevaba benziyor. Gidip çocuğunuzun durumunu soruyorsunuz. Aldığınız cevap genelde aynı:

“Kendisi iyi ama çevresi kötü.” Herkes bizim için ‘iyi’ diyor, ‘güzel’ diyor ama hala sıkıntılıyız. Ama tüm bunlara rağmen, şükür ki bizi biz yapan her şey hala yerli yerinde. Van’ı Van yapmak için de ‘bizler’ lazımız. Bedende ‘Can’, ortada bir ‘Van’ durmaya devam ediyor. Hele görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler! Bu yüzden...

Enseyi karartmayalım.