Bu gün haftalardır kanayan sevgime dair anlattığım onca şeyi unutmak istiyorum. İçinde hep kendime tanım koyamadığım ve kendisi de düpedüz koca bir tanımsızlıktan ibaret olan bu yaşam'a dair söylediğim her şeyi...

 

En çok da tek başınalığımın sessizliğinden oluşup beyin altı hücrelerimi yakıp kavuran, sanki bir aşk kütüphanesinin en duygusal kitabından silinip çalınmış ve getirilip kalemimin içine boşatılmış onca hüzün yüklü sözcüğü, bir tek kalemimin ucuyla tekrar yazılmayı bekleyen onca cümleyi ansızın unutmak istiyorum... 

 

Bu gün hiçbir depresif ve hüzünkolik sayıklamalarıma yer yok içimde... O eksik yaşanmış sevdalardan kendimi kısa bir süreliğine ödünç aldım.

 

Ve işte burdayım ey Şehrivan... İçinde, yüreğinin tam orta yerinde...

 

Bu gün gökyüzün nasılda çıplak bir bahar kokuyor.  İlk kez bana böyle derin gülümsüyor üstümde ki maviliğin... Ayağımın altında ki yeşilliğinin yeni filizlenmiş ince uçları, doğurgan bir güzelliğin habercisi sanki...

 

Toprağına süzülmüş dün geceden kalma nisan yağmurlarından olsa gerek, bu yıkanıp temizlenmiş, insanların yürüyüşlerine hazır hale getirilmiş yolların... Nedense insan mutlu olunca baharı daha bir net görüyor. Ama mutsuzken baharın bizi üşüttüğünü sanır, onun bütün güzelliklerini görmezden geliriz...

 

***

 

Az önceydi. Saat öğle vakti ertesini geçmişti. Aylardır görmediğim bir dostumla çay bahçesinde oturmuş sohbet ediyorduk. Kendimizi en sakladığımız yerimizden anlatıyor, bir şeyi söylemeden önce düşünerek, en hafif cümlelerimizi büyük bir dikkatle seçip konuşuyorduk. Çünkü ikimizde yara almıştık bu hayattan...

 

Çünkü bundan sonra birimizden gelecek her hangi bir yaralı söz, bizi içinden çıkılmayacak o eskimiş zamanların dalgınlığına gömecekti. Tıpkı bu gün ki bahar gibiydi sohbetimiz… Bütün yalnızlıklarımızı erteleyen bize bağışlayıcı bir mutluluk sunan bu bahar gibi… Çaylar tazelendi, sigaralar yakıldı… Konuştuk, demlendik sağlıksızca… Sağlıksızlığım bile mutluydu halinden bu gün…

 

Az zaman sonra dostumun tanıdık bir ahbabı yanımıza geldi… Sanki oda nasibini almıştı bu bahardan, yüzünde ki gülümseyiş “Bu gün bende mutluyum” der gibiydi…

 

“Merhaba ben Umut” diye el uzattığı ince parmaklarını aynı içtenlikle sıktım o arkadaşın. Hemen bir sandalye kapıp yanımıza oturdu. Onun bu mutlu halinin nedenini soran dostuma “Barış oldu duymadınız mı?” yanıtı oldu. “Artık askere gitmem için önümde bir engel kalmadı. Döner dönmez evleneceğim ağabey... Çok mutluyum. Ee çay ısmarlamayacak mısınız?''  

 

“'Bize bir çay daha” diye yükselen dostumun sesini Umut’un söze tekrar başlama sevinci böldü. “Hep korkuyordum ağabey, sevdiğimden sonsuza dek ayrı kalacağımdan korkuyordum. Askere gittiğimde ya bir daha dönemezsem, ya savaşlarda sağ çıkamazsam, ya bende ölürsem, bu aşkımız ya ansızın biterse…” Ve peş peşe gelen cümleler… “Onu çok seviyorum ağabey. Onu çok seviyorum,”

 

Birden sohbetimizin neresinde kaldığımızı unutmuş, bütün dikkatimizle o ismi Umut olan Başkaleli genci büyük bir sabırsızlıkla dinliyorduk. Sevdiğine yeni aldığı hediyeden bahsediyor, onu cebinden çıkarıp bize gösteriyor, sonra aniden derin bir suskunluğa gömülüp, gözlerini bizden alarak bu hayattan farklı bir noktaya bakışlarını dikiyordu… Tekrar söze başladı, masamıza gelirken yüzünde ki gülümseyişten eser kalmayan haliyle, “Ama artık bitti korkularım, barış oldu ağabey” derken avuçlarında tuttuğu o kolyeyi sanki birisi gelip ondan alacakmışcasına sımsıkı tutuyordu. Yüzünde ki bahar kaçmış yerini endişeli bir bakış almıştı. Askere gittiğimde ya tekrar savaş başlarsa, bakışı… Oysa artık savaşın sokaklarımızdan silineceğini, bizlerin huzurlu bir yaşama koşacağımıza artık çeyrek kaldığını anlatıp teselli ediyorduk… 

 

 Kaç saat orda kaldım, ne kadar konuştum bilmiyorum… Bildiğim hala o Başkaleli genci düşünüyor olmam… Eve gidince onu yazmam gerektiğini düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi… Evet, onu yazmalıyım, barışın bir insanın hayatında ne kadar önemli bir yer edindiğini anlatmalıyım…

 

Aslında çoğu kez işitirdim, “Bir gün her şey yoluna girecek” diye fısıldayan içimin sesini... Çocukluğumda ne zaman arka mahallelerde slogan atan büyüklerimin o öfkeli ve intikam kokan yürüyüşlerine denk gelsem, hep içimde ki o umudumun sesini duyardım. Günler ve aylar geçtikçe zamanın o dur durak bilmez hızından akan kanlar da öyle hızlı geçerdi o çoçuk ayaklarımın altından... Ağabeylerin, ablaların, hiç bir şeyden haberi olmayan çocukların kanıydı ayaklarımın altından akan…

 

Göz muslukları bozulmuş annelerin, babaların, evli genç kadınların çaresizlikten ve tükenmişlikten yıpranmış yüzlerini görürdüm o akan kanda. Ülkemi görürdüm. “Yoksa bende mi savaşmalıyım” bana dedirtirdi hep o kırmızı akıntı...

 

Ama nasıl savaşabilirdim? Ben silah tutmayı öğrenmemiştim ki öğretmenlerimden, hep kalem tuttu titreyen parmaklarım... Korku mu? Evet, korkudan titrerdi ellerim. “Elimden bir şey gelmezlerin” çaresizliğini atarken içime, etrafımdaki sevdiklerimin de bir gün bu akan kana kapılıp boğulmasından korkardım. Ömrüm kadar korkardım. Hem kimin tarafını seçip, kime karşı savaşacaktım? Akan kan  ülkemden geliyordu. Akan kan benden geliyordu. Aynı aileden hem asker hem militan olan o kardeşlerden geliyordu. Yoksa ben kendime karşı mı savaşacaktım?  Söyler misiniz en korkunç savaş bir insanın kendisiyle yaptığı savaş değil midir? Kendi kanını akıtmak değil midir en iğrenç olan? Hayır, akıtamam, ben aynı topraklara ayak basan o'na karşı savaş başlatamam. Ben kendimi en ''yaşam'' yerinden öldüremem. Sonra dönüp nerde olduğunu bilmediğim o korkunç canavar yüzlü savaşa “Hadi yiğitsen vur beni paramparça et bedenimi” diye haykırır, art arda gelen çığlıklarımdan sonra yorulur ve düşerdim tam ömrümün üstüne…

 

Oysa ufaktı ömrüm, çocuktum ve o küçük ömür torbam hep çaresizliklerle doluydu. İşte sırf bu yüzden çocukluk yıllarımda, “Bir gün her şey yoluna girecek” umudu beni savaşlardan koruyordu... Beni o umut büyüttü… Hep o umut beni emzirdi ne zaman yarının huzuruna açıksam...

 

Ey çocukluğumun sadık yoldaşı ‘Umut’. Sen hep vardın aslında. Sadece birilerinin sana uzanıp avuçlamasını bekledin, seni alıp sahiplenmesini... Senelerce asırlarca bekledin. Yüzünün bir yerleri öldü belki, gülüşlerini yitirdin ve sesi kısılmış bir ağız kesildin sonra... Sen kaç ton insandın? Kaç yüzün ve kaç dilin vardı? Biliyorum kardeşliği ve beraberliği haykıran dilinin takatsizliğiyle yoruldun oracıkta... Onca sene kanayan bir anne taşıdın gözlerinde... Kolu koparılan bir çocuğun acısını, birbirleriyle çatışan kardeşlerin çaresizliğini taşıdın onca sene...  Tut kendini ve dayan, bak biz milyonlar seni yorulup düştüğün o savaşın derin çukurundan gün ışığa çıkarmaya geliyoruz. Dayan ey annem, ey kardeşim, ey ülkem seni barış kokan bedenlerin elleriyle avuçlamaya geliyoruz. En çok sevdiğin o mavi elbiseyi üzerine giydirmek için geliyoruz. Tut çıplaklığını ne olur, hemen düşme…

 

Çünkü artık BARIŞ oldu adın.

 

Çünkü “Bir gün her şey yoluna girecek” dediğin o gündür bu gün... Bir gün bütün dillerin ve yüreklerin adını haykıracağını sezdiğim o gündür.

  

Artık anneler ağlamasın adı altında demogaji yapıp insanın en hassas yanına duygusallığı akıtmak isteyen ağızların barış sürecine dair sayıklayıp durdukları o cümleler havada uçuşmamalı.  Anlayamıyorum barışa karşı savaş naraları atan o partileri anlayamıyorum. Peki, barışa karşı kim barışı sağlayacak? Akil adamlar sıfatıyla barışçı aydınlarımızın yoluna engel koyanları kim durduracak? Ayaktayız işte, çığlık eklesenize çığlıklarımıza…

 

Barışa sizde bir barış katsanız, huzur koksa sokaklar, yürekler sevgiden bir kilo daha alsa ve isimlerimiz umut olsa... Ne güzel olur ey insan!

 

“Yaşam olur ve onu en ufak zerresine kadar yaşamak olur” dediğini duyar gibiyim…

 

 

( Erol Abo )

Editör: TE Bilisim