Ve gün gelir siyasetin konuşulmasından, yolsuzlukların, çıkar çatışmalarının ayyuka çıkmasından midesi bulanan bir ülke halini alırsınız. Akıl sır ermez bu hale nasıl gelindiğine. Güvendiğiniz yöneticilerin, siyasi görüşünü benimseyip oy verdiğiniz liderlerin takındıkları tavırlara bakıp hayret edersiniz. Şaşkın ve üzgünsünüzdür. Akıl yoluyla halledilecek onca meselenin büyütülüp ülkeyi kaosa sürükleyecek devasa sorunlar halini almasına bir anlam veremiyorsunuzdur. İnsanoğlunun yeri geldiğinde nasıl acımasız olabileceğini, ne kadar çirkinleşebileceğini görmek için ülkemizin son zamanlarına bakmak yeterli olacaktır.

Oysa bir yerlerde insanca iletişim yoluyla da muhalefet edilebileceğini, birbirini eleştirmenin kabaca ve çirkince olmayan versiyonlarının da bulunduğunu akıl eden insanlar var. Savundukları siyasi görüşü, millet iradesini veya kendilerine güvenen insanları bir tarafa bırakıp birbirine düşmek için can atanların yanı sıra, tek derdi güzel işler yapmak olan insanlar var. Var fakat onları takan yok. Oysa ne çok bunalttı midemizi, son günlerin getirdiği gelişmeler ve konuşulanlar. Herkes açmış ağzını, kendince izahını yapıp pay çıkarmaya çalışıyor bu suyu çıkmış mevzulardan. Sosyal medyanın bir zamanlar hayata tat katan ve varlığına şükrettiren teknolojik harikalığını da silip süpürdüler bunlar. İğrenç ve çirkin bir hal aldı sosyal paylaşım sayfaları, kitabın, şiirin, güncel bilgi paylaşımının, sanatın hiçbir itibarı kalmadı artık. Aşktan bahseden şarkıların altındaki yorum haneleri bile karşıt fikirli insanların birbirlerinin sülalelerine gönderdiği bel altı küfürlerden geçilmiyor. O kadar açız yani, küfre, hakarete, çirkefliğe. İnsan denen zavallının nasıl bu kadar cahilce hareket edebildiğine akıl erdirmek bir yana, bu trajikomik durumlara gülüp geçmek bile imkansız. Televizyonun da, sosyal paylaşım sitelerinin de bünyeyi altüst eden bu bayat, bu sıradan, bu seviyesiz, bu rüküş gidişatından –sizi bilemesem de- ben bıktım. Sahiden bıktım. Belki bundandır eskiye; insanların güzellikte yarıştığı, şimdilerde yalnızca hayal olan o çok eskiye korkunç bir özlem duyuyorum bu aralar.

Şimdiki gibi ıvır zıvırla kafa ütüleyen bir sürü tv kanalı yoktu o ‘eski’ dediğim vakitlerde. Uzun uzadıya senaryolardan oluşan deli saçması dizilerle karşımıza dikilen, bütün zamanımızı tv karşısında geçirmemizi sağlayarak bize aptal muamelesi yapan medya da yoktu örneğin. Vardı da bu kadar bayağılaşmamıştı. İşte bundandır özletiyor geçmişi bana bu sıradanlık, bu gevşemiş yayın anlayışı. TRT yayınının çocukluğuma en büyük armağanıydı Susam Sokağı örneğin. (Yaşıtım olan ve benden büyük okuyucularımız bilir şimdi sözünü edeceklerimi.) Sokağın Hakan Abi’si ile Zeynep Ablası’nın bize öğrettiği iyilik erdemini özlüyorum. Minik Kuş’un kırmızı tüyleriyle dans edip şarkılar söylettiği günleri. Barış Abi’nin her pazarımıza renk ve keyif katan unutulmaz dünya turlarının ardından stüdyoda Grup Kurtalan Ekspres ile Adam Olacak Çocuk’larla bir okul öncesi öğretmeni, bir çocuk psikoloğu bilinciyle yaptığı tatlı sohbetleri… Şimdilerde hazmetmekte zorlandığım o berbat, o yavan, o reyting meraklısı dizilerden çok öte, bir asalete, bir duruşa sahip olan, Aydan Şener ile Kenan Kalav’ın oynadığı ve bir daha asla kimsenin onlar gibi ruh ve can veremeyeceği Çalıkuşu’nu, Reşat Nuri Güntekin kokan, yazarına saygısını hiç yitirmeyen ve gözümde en kıymetli tv dizisi olarak kalacak olan Çalıkuşu’nu… TRT’nin Beraber ve Solo Şarkılar’ında daha o yaşlarda bize sanat müziğini sevdiren deneyimli ve kalite kokan sesleri, sanatçıları, adam gibi adamların katıldığı açıkoturumları, kimsenin kimseye hakaret etmediği eleştiri programlarını, kavga edenlerin erdemle birbirlerinden özür dilemelerini, küsenlerin barışmalarını, ağzımızda bir türlü yumuşamayan sakızları, kış soğuğunda soba başında soyduğumuz portakalları, kabuklarını sobaya yapıştırdığımızda etrafa yayılan o farklı kokuyu …. Özledim. Özledim de özledim. Sayarak bitecek gibi değil zaten özlediklerim… Bir de bakkal amcadan gram işi alınan gofretler vardı; haylazlık yapıp mızmızlandığımızda annelerimizin bizi susturmak için verdiği. Vardı da… Ta buralara, bu mevzuya, bakkal gofretine nerden geldim ben? Geçmişe yürüyünce dağıldım mı biraz ne? Biraz değil epey dağıldım. Ne diye başlamıştım ben? Siyaset mi, politika mı demiştim? Bakkal gofretleriyle ilgisi yok ki bunların? Niye kopardım mevzuyu? Aslında var. İlgisi var hem de çok var. Gofretli zamanlarımızın en büyük hasleti saygı ve dürüstlüktü. Sadakat vardı, güven vardı, birlik vardı. Şimdilerde hepsinin canına kıydınız bizi geçmişin gofretli mevzularını açmaya mecbur eden sayın bakanlar, vekiller, muhalefet liderleri, ne idüğü belirsizler, dürüst olmayanlar, millete yalan söyleyenler, hakkımızı çalıp çırpanlar, yetim hakkıyla rahat uyku uyuyanlar… Buna siz mecbur ettiniz beni/ bizi… Ve bundandır gözüm/üz/de bakkal amcanın gofreti kadar değeriniz kalmadı artık.


Yine de, yeni ve aydınlık günlere güzel haberler alarak gireceğimiz güzel dönemler diliyorum ülkeme. An itibarıyla son zamanlara ait bir ayrıntı aklıma gelmişken hiçbir siyasi görüş gütmeden, hiçbir şahsa sempati duymadan tamamen nötr duygu ve his halimle söylüyorum: Bir törende (neydi anımsayamadım şimdi) bilmem hangi partinin İstanbul belediye başkan adayı Mustafa Sarıgül’ün bilmem hangi partinin mevcut başkanı Kadir Topbaş’a sarılıp onu yanağından öpmesi kadar iyi niyet dolu, apak günler diliyorum ülkeye, ülkemize… Belki iyi niyet taşımıyordu, göstermelikti, rakipçeydi, griydi, vasattı belki de. Fakat hiç değilse kötü değildi, kokuşmayan, sinsilik gütmeyen bir yanı vardı bana göre. İşte bundan diliyorum ülkeme, bundan…