Uzunca suskunluğumu son zamanlarda okuduğum keyifli bir kitap özetiyle sonlandırırsam olası eleştirileri ve genel yayın yönetmenimizden gelecek sitemi atlatıp sayfadaki köşeme sıvışabilirim sanırım.

Adı Uğur olan değerli bir arkadaşım bu yılki doğum günümde armağan etti kitabı. Çok eskiden elime geçmiş olmasına rağmen okumamıştım. Geç kalmışım. Sizinle de paylaşmam kaçınılmazdı; çünkü kitapta siz varsınız. Okurken sıkılma olasılığı düşük. Bu cümleyi okunabilirliğini artırmak için sarf etmiyorum. Dedim ya, siz varsınız.

Küçük Şeyler ismini taşıyan serinin ilk kitabı: Deniz Kabukları. Hayatınızı öyle yakından ve çarpıcı gerçeklerle irdeliyor ki, öyle sizden ki yazmamak elde değildi. Kişisel gelişimin dahî ismi, psikolojinin muhteşem zekâsı Üstün Dökmen hocanın kitabı bu. Kendisi Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü profesörlerinden diye iliştireyim de bilmeyen okurlarım için aydınlatıcı olsun.

Üniversite yıllarımda bir seminerine katılmıştım. Hayatım boyunca bu denli keyifli ve verimli bir seminere gitmişliğim olmadı bir daha.

Küçük Şeyler, hayatımızı yaşarken kenara köşeye sinmiş gibi görünen ufak ve önemsiz zannettiğimiz ayrıntıların mucizevi birer değer ve hayatımızı değiştirecek muhteşem birer güç olduğunu anlatan bir seri. Hiçbir kütüphane Küçük Şeyler’siz olmayı hak etmiyor.

Kitapta da yer alan başlıktaki iki bilgiyi yıllar önceki seminerde edinmiştim. Çoğumuz eşek inatçıdır diye biliriz fakat gerçek öyle değil. Eşekler inatlarının tuttuğunu sandığımız vakitlerde yalnızca ilerde bir tehlike ya da sorun sezdiklerinde dururlar ve yürümezler. Söz gelimi ormanlık bir yerde yürüyen eşek ilerde bir ağacın kovuğunda fark ettiği yılandan ötürü durur. Hatta uzun aradan sonra eşeği aynı yere götürdüğünüzde daha önceki deneyiminden olsa gerek, yine durur ve sizin inat zannettiğiniz durumdan ötürü yürümez.

Çinliler birbirine benzer mi sorusuna da çoğumuz anında evet’i iliştiririz. Benzemezler. Benzemediklerini de kendileri söylerler. Onlar da –ilginçtir- kendileri dışında kalan bütün milletlerin birbirine benzediğini düşünürler. Birbirlerine benzemediklerini söylemelerinin sebebi şudur: Küçük yaştan itibaren birbirleriyle büyüyüp yetiştikleri için yüzlerindeki ve gözlerindeki bütün küçük ayrıntıları, sözgelimi göz rengini, kaş şeklini, burun yapısını, yüz kıvrımlarını fark ederek büyürler. Bu yüzden de bizim ilk bakışta benzerlik dediğimiz şeyi onlar görmezler. Biz sürekli onlarla kalıp yaşamadığımız için bu küçük farkları göremeyiz, bu yüzden de onları birbirlerine benzetiriz. Üstün Dökmen’in bir arkadaşının bu konuda küçük bir hatırası da var kitapta: Havaalanında bir grup Çinli çocuk karşılarında duran Türklerin gözlerinin yuvarlaklığıyla alay etmek için elleriyle gözlerini yukardan ve aşağıdan çekiştirerek dalga geçiyorlarmış. Adamlar kızmış bu duruma. Yazarın arkadaşı: Kızmayın, demiş. Biz de onların gözlerinin çekikliğiyle dalga geçmiyor muyuz? İşte muhteşem bir küçük şeyler örneği…

‘Devasa büyüklükteki çığları ortaya çıkaran şey başlangıçtaki ufacık kar parçacıklarıdır’ diyor kitap. Ve bir filmden alıntı: Film kahramanı ormanda bir ayak izi gördüğünde bu izin yaşlı bir insana mı yoksa gence mi ait olduğunu kestirebiliyormuş. Dayanak noktası: Gençlerin ayak izlerinin arkası, yaşlıların ise ön tarafı daha derin olur. Çünkü gençler dik, yaşlılar ise öne eğik halde yürürler.

İnsan ilişkilerinde küçük şeylerin önemine değinirken en çarpıcı örneği veriyor Dökmen: Karşımızdakiyle konuşurken tek bir kelimeye alınırız veya seviniriz. Birbirimizin en ufak bir yüz ifadesinden, jest ve mimiklerinden ha bire anlam çıkarırız. (Sanırım bunu en çok biz bayanlar yapıyoruz. Hemcinslerimin ikili ilişkiler için ‘İlk beş dakika durgundu, sonra güldü. Bu ne demek? Çayını yarım bıraktı sence bu bitsin mi demek oluyor? Mesajında bugün keyifsizim yazmış sence bu ne demek, benden mi sıkıldı acaba?’ benzeri ifadeleriyle çok karşılaşıyorum çünkü.)

KÜÇÜK ŞEYLERE DİKKAT ÖĞRENİLEBİLİR Mİ?

Elbette. Bazı insanlar meslek alanlarıyla ilgili şeylere daha bir dikkat geliştirirlermiş. Örneğin berberler insanların saçına, terziler kıyafetlerine, ruh sağlıkçıları yüz ifadelerine daha dikkat edermiş. Bir tiyatrocuya bir tiyatro salonunu küçük bir deliği bir saniyeliğine açıp gösterdiğinizde seyirci yoğunluğunu algılayabiliyormuş. Aynı şekilde bir itfaiyeci de salonda kaç kapı olduğunu…

‘Bir insan parmağı evrende çok küçük bir şeydir ama bir parmak izinin evrendeki tüm parmak izlerinden farklı olması çok büyük bir şeydir.’ Parmak izi sayesinde katiller, hırsızlar yakalanıyor. Öteki bilmezlikten, yani benmerkezcilikten de söz ediyor Dökmen yeri gelmişken. Çoğumuz benmerkezciliğin sayısız örneğini sergiliyoruz günlük yaşamımızda. Kitaptan örnekler: Leş pis kokar mı? Hemen hepimize göre evet. Ancak evet dersek benmerkezciyiz demektir. İnsana pis kokan leş sırtlana ve akbabaya pis değil mis kokar. Losyon güzel kokar mı? Losyon bazı hayvanlara iğrenç kokar. Soruya evet diyen çoğunluk yine benmerkezciydi. O müthiş fıkra örneğinin tam zamanıdır deyip onu da iliştirmiş yazar. Hani şu ırmağın yakasında duran adamın karşı yakadakine ‘karşıya nasıl geçebilirim?’ diye sorduğu ve ‘zaten karşıdasın’ diye yanıt aldığı fıkra. ‘Zaten karşıdasın ’ yanıtı benmerkezcilik türlerinden iyi bir fiziksel benmerkezcilik örneğidir.

Rol tutsaklığından söz ediyor Üstün Dökmen. Ve psikolojik rollerimizi örnekliyor: Acıkan, yiyen, konuşan, düşünen ben… Bir de sosyal rollerimiz: Müdür, avukat, öğretmen… olduğumuz rollerimiz… Bizim sorunumuz sosyal rollerimizi abartılı şekilde benimsememiz, psikolojik rollerimize ise önem vermememiz. Zenyep’e değil de Öğretmen Zeynep’e, Ahmet’e değil de Avukat Ahmet’e daha çok önem vermez miyiz şu hayatta? Öğretmeni Zeyneplikten, müdürü Mehmetlikten daha fazla önemsiyoruz ne yazık ki…

Hepimizin millet olarak, birey olarak değerleri vardır. Bunlara uymada günlük yaşamda birtakım hatalar yaparız. Bunlardan biri keyfimize göre davranarak uymamızdır diyor kitap. Keyfimiz varken değerlere saygı gösteririz, uyarız, keyfimiz kaçıksa uymayız. Fakat keyifsizken de değerlere uyulabileceğini geçmişte birileri bize gösterdi. Maalesef bizim ülkemizden değildi bu şık hareket. Bir maçta Koreliler maçı kaybettikleri halde alkışladılar. Sevincimize ortak oldular. Maç bittiği halde tek bir Koreli stadyumu terk etmedi. Daha şaşırtıcı olanı tribünlerde iki bayrak açtılar. Ve Türk bayrağı Kore bayrağından daha büyüktü. Günümüz televizyon ekranlarına yansıyan ve evlerimizde yazıklar olsun diyerek izlediğimiz maç atmosferlerinden ne kadar uzak bir örnek değil mi? Ne kadar yabancıyız bu tür nezaket gösterilerine.

Kitabın en sevdiğim örneklemesi hocanın seminerinde de dinlediğim örneklemedir. O unutamadığım cümlesini hayatımın her döneminde kullandım: İnsanların onurları eşittir. Böyle demişti yazar ve eklemişti: Benim onurum fakültenin çöplerini temizleyen temizlikçinin onuruna eşittir. Hekimin onuru hastanın onuruna eşittir. Çöpçü fakülteme gelip ders anlatma yetkisine sahip değildir ben de sokaktaki çöp bidonunun yerini değiştirme yetkisine sahip değilim. O çöpçü ki evinin kralıdır, köyüne gitse kuyruk olup elini öperler… Kimsenin kimseyi aşağılamaya hakkı yoktur… Bu şık cümlelerinden ötürü onu daha çok sevdim. İnsana saygıdan söz ederken ekmeğe saygı örneğini veriyordu ardından. Hepimiz ekmeği kutsal bilir, ona saygı gösterir ve yere düşen ekmeği hemen alırız. Ekmeğe tekme atılmaz da Allah’ın en yüce varlık olarak yarattığı insana tekme atanları her gün görüyoruz. . Ekliyor yazar: Ekmeğe duyduğumuz saygıyı birbirimize duyacağımız günlerin gelmesini diliyorum ve sanırım o günler yakındır. (Ben yazar kadar iyimser olamıyorum.)

İşte kitabın sizinle ilgili bir bölümü daha: Tartışmalarda yüzde yüz ben haklıyım mevzusu. Bunu ilişkilerimizde çoğu kez yaşıyoruz. Taraflardan birinin yüz diğerinin sıfır olduğu hiçbir tartışma yoktur diyor kitap. Çünkü matematiksel anlamda birinin kendini yüzde yüz haklı görmesi için diğerinin de kendini yüzde yüz haksız görmesi gerekir. Kişi kendini yüzde on bile haklı görüyorsa öteki taraf yüzde yüz haklı olamaz.

İltifat konusuna da geniş yer veriyor kitap. Ve iltifatsızlığı kısım kısım inceliyor. Küçük bir örnek: Ailemize karşı iltifatsızız. Birbirimizin eksiklerini, olumsuz yanlarını göstermek için gözümüzü dört açarız da olumlu yanlarımızı, artılarımızı görmek için aynı dikkati göstermeyiz. Gelin kaynana veya damat kaynana çatışmasına da şık bir vurgu: Kayınvalidenizin pek çok eksiği olabilir ama en az iki artısı vardır. Eşinizi doğurmuştur ve çocuklarınızın ninesidir diyor. Kayınvalidesini sevmeyenler hiç bu gözle bakmış mıydı?

Günlük ilişkilerimizi ve kendimizi gözden geçirip düzene koyma konusunda sayısız örnek ve derslerle dolu bu kitaptan yalnızca dimağımda taptaze kalanları özetleyebildim. Daha neler var… Serinin diğer iki kitabını okumak için de çok sabırsızım. Bu kitapta yer alan çocuklarda yalan söyleme davranışı, çocuk eğitimi, ceza, ödül, geri bildirim konularına hiç değinmedim. Bu konular tamamen ayrı bir çalışmada üzerinde durulmayı hak edecek kadar önemli hem biz eğitimciler hem de ebeveynler için…

Kitabın en sevdiğim çıkarımlarından biri şudur ki çok ilgimi çekmişti: Kadınların empatik becerileri erkeklerinkinden daha gelişkindir. Sebebini şöyle açıklıyor Üstün Dökmen: Bazı canlı gruplarında statüsü düşük olanlar saldırganlığa uğramamak için yüksek statülülerin davranışlarını sürekli gözlerler. Bizde de hala tartışması çok su götürmekle beraber erkeğin statüsü kadınınkinden üstündür. Kadın, erkeğin gözüne bakmak, onun sinirli olup olmadığını anlayıp ona göre davranmak, ona göre şekil almak zorundadır. Böylece kadın yüzyıllar boyu erkeğin gözüne bakıp kocasının yüzünde bir öfke belirtisi gözleye gözleye daha duyarlı hale gelmiş ve empatik becerisi de gelişmiştir. Erkek akşam eve sinirli geldiğinde kadının ‘aman çocuklar babanıza ilişmeyin’ diye uyarması da bundandır.

Günlük yaşamda anne, baba ve kardeşlerimizle, özel ve sosyal arkadaşlarımızla yaşadığımız sorunlara yani özetle insan ilişkilerine en derin, en geniş bakış açısı ve çözüm önerileri bu kitapta. Öyle kuru kuruya öneriler de değil, etkinliği tarafımızca hemen kabul görecek akıl ve mantık ürünü alternatifler bunlar… Bize yalnızca eşeğin inatçı olmadığını, Çinlilerin birbirine benzemediğini öğretmekle kalmıyor ilişkilerimize ve kendimize çekidüzen verip yaşamımızı kaliteleştirmeyi de öğretiyor. Bol kitaplı günler…