Her yapay gelişmede,  insanlığı yeni bir paradigmanın eşiğine getiriyoruz. Tekrar eden bu dejavu insanların beynini dumura uğratmaya yetiyor. Bir türlü kurtulamadığımız krizlerin anatomisi ve fizyolojisi üzerine nutuklar dinlemekle meşgulüz. Birileri, hayatı bir risk yönetimi olarak göstermek için içten pazarlıklı mücadelesini sürdürüyor.

 

Tüm krizlerimizin çıkış yolu olarak bize hep aynı terane dinletiliyor. Her krizde vazgeçilmez umut olarak öne sürülen yeni devrim ve anarşi fikirleri, neoliberal safsatalara bulandıktan sonra önümüze yeni bir menü olarak getiriliyor. Bunun adına da demokrasi diyorlar. Hani bize her zaman anlatılan ve halkın iktidarı/erki olarak yutturulan, herkesin rüyası ve derdi olan o muhteşem ütopya. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Bir de ters açıdan bakalım demokrasinin ne olduğuna. Demokrasi ne midir?

 

Demokrasi, özünde otoriteye sınırlar dayatabilecek donanımlı iktidar özneleri veya vatandaşlar bütünü olarak yutturulan bir yönetim mekanizması ya da dinamiği olarak tanımlanır. Fakat aslı itibariyle, kendi akılcı çıkarlarına göre davranan aktörler ve bunların yönettiği ekonomik yapılar, bu yapılara hizmet eden uysal işçiler ve yine bu aktörlerin nakdi gücünü sayısal olarak büyüten gönüllü tüketicilerin politik dinamiği olarak da tanımlanabilir.

 

Demokrasi miti, eğitim ve aydınlanma ya da terbiye ve deneyime sahip özgürlükçü(!) bir ortak yaşamı destekleyen (kime göre, kimin için); liberal ve demokratik politik özneyi destekler görünerek, gizli mühendislik projeleriyle yeni iktidar biçimleri (grupları) ve özneleri üretmiş, bu miti temayülleri doğrultusunda kullanan her sınıf kendi değişmez düzenini kurmuştur.

 

Politik tolerans, farklılıklara veya zıtlıklara tahammül (saygı değil), kişiler arası güven kuralı ve sivil katılım, adaletli ve eşitlikçi politik bilinç vs. gibi politik zeminde yer bulan bu değişkenler, artan eğilimler ve karşıt tutumların çatışması ile yine politik dil üzerinden zihinlere yerleşmekte ve bu karşıtlık derinleş(tiril)mektedir.

 

Her zümre, sınıf, tabaka kendi alt sosyal grubunun benzeşim kaygısını taşır. Etnik çeşitlilik ve kültürel yapılar, demokrasi mitini tek alternatif diye dayatan küresel kapitalist güçlerin en büyük oyun kurma enstrümanıdır. Zira daha önce demokrasi yalanıyla tecrübe edilmiş olan bu gizli sömürgecilik, başka coğrafyalarda o coğrafyaların karakterine uygulanarak sömürünün kapıları açılır. ‘’Kralın dini herkesin dinidir’’ kaidesi burada işlemeye başlar ve kurulan laboratuvar ile bir arada yaşama ahlakı ortadan kaldırılarak, farklılıkların birbirlerini olduğu gibi kabullendiği bu beceri sözde zıtlıkların mücadelesine dönüşür.

 

Pratikte bu kerteye ulaştıktan sonra  tüm çoğulcu ve çoğunlukçu kültürel dinamikler politik bir çatı altında göreceli ve kırılgan bir zemine itilir. Daha fazla temsiliyetin ve demokrasinin(!) öngörüldüğü yerler böylece daha çok parçalı bir haritaya dönüşür.   Öngörülmesi gereken asıl kaide J. J. Rousseau’nun da dediği gibi “Gerçek anlamıyla bir demokrasinin hiçbir zaman var olmadığı ve var olmayacağıdır.”