İman, Allah’ın indirdiklerine tereddütsüz inanmak ve hayata geçirmektir.   Ulema, imanın beş çeşit olduğunu belirtmişlerdir.

 

1. Zaruri olan iman; Allah Tarafından kalbe işlenmiş imandır. Meleklerin imânı bu tür bir imandır. İnanmak zaruri, onun dışına çıkmak mümkün değildir.

 

2. Masum iman. Peygamberlerin imanı bu türdendir. Allah tarafından korunmuşlardır. İmanda sapma göstermeleri mümkün değildir.

 

3. Mevkuf, beklentide olan imandır. Bid’atçilerin imanı bu tür imandır. Sahibi bid’at işlediğinden her an onu kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Tövbe ettiği takdirde imanını koruyabilecektir.

 

4.Makbûl iman, mü’minlerin imanını teşkil eder.

 

5.Merdüt, kabul olmayan iman. Mürteddin imanı bu türdendir. Merdüt imân sahibi,  dinîn aslı sayılan herhangi bir konuyu inkâr ettiğinden imanı kabul görülmemiştir.

 

Resûl-i Ekrem şöyle buyurur: “İmanın yetmiş küsur şubesi vardır. Bunların en üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’ (Allah’tan başka ilâh yoktur.) sözüdür…[1] İmam Buhari şöyle der: Seleften bin kişiyle karşılaştım, hepsi de imanın söz, tasdik ve amelden ibaret olduğunu söylerdi. İman emniyetten gelir. Bu bakımdan mü’min dünyanın en rahat ve emin insanıdır. Rızkından ecelinden dünya ve ahiretinden emindir.

 

Mü’min rahat değilse kim rahat olabilir ki? Hayat, ancak imanla anlam bulur. Bu, Hz Âdem’den beri değişmeyen hakikat ve vecibedir. İman, Allah’ı bulmak, O’na inanmak ve teslim olmaktır. O’nu bulan her şeyi bulmuş, O’nu kaybeden de başta kendisini sonra da her şeyini kaybetmiştir. İman güçtür, sadakattir, kişiliktir, aydınlıktır. İman hem nurdur, hem kuvvettir. Sahibini sultan eder. İman cesarettir, onu elde eden kâinata meydan okuyabilir. İnkâr ise korkaklık ve pısırıklıktır.

 

Kalp de beden de imandan payını almaktadır. Kalbin imandan payı, tereddütsüz inanma ve teslim olmadır. Dilin payı, Allah’ı anma, dua etme ve tilavet benzeri konular; gözün payı helâla bakma, haramdan yüz çevirme; aklın payı O’nun âyetlerini düşünmektir.

 

Rabbimiz,“ Ey iman edenler, iman edin”[2] buyurmak suretiyle mü’min kullarını imanlarında samimi olmaya ve sebat göstermeye davet etmektedir. Yani ey iman edenler, imanınızda samimi olun, imanınız dilde kalmasın, imanınızı yaşayın,  gereğini yapın, demektir.

 

Resûl-i Ekrem, Harise adındaki sahabiyle karşılaşır ve “Ey Harise nasıl sabahladın, der. Harise;

 

-Gerçek mü’min olarak.

 

-Ey Harise, her söylemin bir şahidi var, imanının şahidi nedir?

 

-Dünyaya gereğinden fazlasına önem vermem, gündüzü oruç, geceyi de ibadetle geçiririm. Allah’ın Arş’ını karşıma alır, cennetliklerin nimetler içinde, cehennemliklerin de azap dolu yaşantılarını seyreder gibi yaşarım. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem,

 

-Ey Harise, imanında samimisin, imanın kalbini aydınlatmıştır. Aynı hâle devam et.[3]  İmam Tirmizi’nin rivâyet ettiği bir hadiste de, bir defasında Resûl-i Ekrem, “İman nuru kalbe girince huzur bulur” buyurur. Ashap:

 

-Ey Allah’ın Resûlü, bunun alameti nedir, der. Resûl-i Ekrem,

 

-“Ebedî hayata yönelmek, fâni hayata güvenmemek ve ölüm gelip çatmadan hazırlık yapmaktır,” buyurur.

 

İman, dille tekrarlanan bir söylemden ibaret değildir. “İman ettim, inandım,” gibi yuvarlak söylemler yetmemektedir. Nitekim en kötü yaratık Şeytan ve  “Ben en yüce Rabbinizim,” diyen Firavun Allah’ı inkâr etmiyorlardı. Ebu cehil, Ebu Leheb ve Cahilîye dönemi müşriklerinin çoğu Allah’a inanıyorlardı. Bu nedenle iman etmenin bir çok emâre ve belirtisi bulunmaktadır. Ashaptan Musab bin Umeyr’i hatırlarız. İman etmezden önce kabilesinin en varlıklı genciydi. İman ettikten sonra muhacir oldu, malını Allah yolunda infak etti ve neticede şehit düştü. Sarılacak kefeni yoktu. Bedeni ot ile örtüldü.

 

Mus’ab bin Umeyr’in eski durumuyla şehâdet anındaki durumunu kıyas eden Resûl-i Ekrem, ashabın dikkatlerini çekerek, “İmanın kardeşinizi ne hâle koyduğuna dikkat ediniz,” buyurdu.

 

İman halkalarından payımızı unutmayalım. Ashaptan Abdullah bin Revaha karşılaştığı birine;

 

-Bir saatlik iman sohbetine var mısın? Der.

 

Teklifi anlamayan muhatap, Abdullah bin Revaha’yı Huzur-ı saadete götürür ve

 

-Ey Allah’ın Resûlü, Abdullah beni iman halkasına davet ediyor, deyince,

 

Resûl-i Ekrem;

 

-Abdullah doğru söylemiştir, Allah kendisinden razı olsun. O, seni meleklerin övündüğü halkalara davet etmiştir. “Sen de katıl” buyurdu.

 

“Ölü iken dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesini sağlayan bir aydınlık verdiğimiz kişi, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç?”[4]   âyeti, mü’minin “diri”, inkârcının ise “ölü” konumunda olduğunu; imanın kişiye manen ve ruhen “diri” olma özelliği kazandırdığını belirtmektedir. Mü’minin hayatı, hedefi belli; iç dünyası ve geleceği aydınlıktır. Mü’min yalnız değildir; O, Allah’ın rahmet kanatları arasındadır, kâinat onun emrindedir.

 

Allah Teâlâ bizi imanın tadını alan kullarından eylesin. (Âmin.)

 

(Abdulcelil Candan’ın İlmi Hutbelerle Minberin Gücü adlı kitabından alınmıştır.)

 

 

[1] Nesâî,İman,16.

[2] Nisâ,4/126.

[3]Heysemî,  Mecmeu’z-Zevâid,1/57.

[4] En’âm,6/122.

Editör: TE Bilisim