Bilindiği gibi tehlikeli bir sürece evrilen gelişmelerle karşı karşıyayız ve toplumu derinden endişelendiren olaylar oluyor.  Bugüne kadar sorunun çözülmemiş olması binlerce mazlumun, kadın ve çocuğun hayatına mal olmuş, binlerce köyün yakılıp, tahrip edilmesine ve uzun yılların emek ürünlerinin yok edilmesine sebep olmuştur.

 

İşin sadece şiddet boyutuyla ilgilenerek, terör diyerek, Kürt haklarını kriminalize ederek, meseleyi yandaşlara havale ederek Kürt meselesi çözülemez “Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek deliliktir der, Albert Einstein.

 

Kürt sorununda yıllardır tekrar eden yöntemler, çözüm salvoları, desenler, argümanlar düşünüldüğünde, bizimkisi toplumsal delilik olsa gerek. Yaklaşık iki yüz yılla yakın bir süredir, hâkim egemenlik sistem ile Kürdistan halkları arasında zaman zaman şiddetlenen, zaman, zaman durağanlaşan ciddi bir çatışma yaşanmaktadır. 

 

Günümüze yansıyan sorunun temelinde ne var? Sorunun teşhisi ve çözüm perspektifinde algı haline gelen birbirlerinden önemli ölçüde farklılık gösteren birçok bakış açılarını ve savunmalarını kısaca şöylece sıralamak mümkündür:

 

a- Devletçi gelenekten gelen “Türk” egemen güçlerinin “ulusalcı-modernist” kesiminin tezi. Yaşanan problemin esas kaynağının bölgesel geri kalmışlık ve bölgede halen de varlığını sürdüren ağalık düzenine, aşiret ilişkilerine, toprak sorununun çözülmemesine, Şeyhlik, seyitlik, melalık gibi dini yapının ve kurumlarının güçlü biçimde kendisini devam ettirmesine bağlamaktadırlar. Bu nedenle de Cumhuriyetin modern kazanımlarından bu bölge halkı yararlanmamakta, bu nedenle de, oldukça kötü koşullarda yaşamak zorunda kalmaktadır.”

 

Devlet tarafından, problemin kaynağına ve çözüm yollarına ilişkin hazırlatılmış gizli raporlarıyla çatışsa bile kamuoyuna sunulan ve onu iknada kullanılan esas argüman budur. Bu teze göre; “Türk” tanımı, hiçbir zaman etnik ve ırki bir tanım değildir, bu nedenle diğer etnik aidiyetler gibi Kürtlerin de kendilerini rahatlıkla “Türk” kabul edebilmeleri gerekir. Kendilerini “Türk” kabul etmeleri halinde,  bunun kendilerine “çok büyük olanaklar sağlayacağını” bunun tek şartının da devletin asimilasyon politikalarına destek vererek “iptidai bir dil ve kültür yapısından kurtularak” birinci sınıf “çağdaş” yurttaş olmaları gerektiğini esas anlayış olarak kabul eder.

 

b- Diğer bir gurup ise; yukarıdaki bakış açısından önemli ölçüde etkilenmiş, hata deyim yerinde ise bu anlayışı genlerinde taşıyan “ulusal sol-sosyalist” geleneğe dayandığını söyleyen,  modernist, aydın-entellektüel kesimdir. Bunlar ise genellikle problemin kaynağının emperyalist güçlerin, Türkiye’yi bölme çabalarının tezahürü olarak ortaya çıktığını, bu emperyal güçlerin kendilerine Kürdistan’da hizmet eden, işbirlikçi kesimlerle ittifak içinde olduğunu, bu nedenle Kürtlerin bunlara itibar etmeyerek sisteme bağlılıklarını sürdürmelerini isterler. Bu gurup siyaseten kendilerini,  yurtsever, tam bağımsızlıkçı, sol, sosyalist olarak ifade ederler.

 

c- Sol içerisinden çıkan ve önemli ölçüde kendini Marksist-Leninist olarak tanımlayan dar bir gurup, Kürtlerin “Kendi Kaderini Tayin” hakkına sahip olması gerektiğini ifade ederler. Ancak bunun hayata geçirilmesine gelince; bunu genellikle sosyalizmin inşası, yani enternasyonal ploroterya devrim sürecine havale ederler.

 

d- Bu guruplar dışında kalan ve geleneksel kültür mirasının varisleri olduklarını söyleyen muhafazakâr-dindar kesimler ise esasen birinci gurubun eğitim çemberinden geçmiş olmaları hesabıyla büyük ölçüde bu gurupla paralel düşünceler savunurlar.

 

Bu gurubun büyük ölçüde devleti kutsayan bir milliyetçi anlayışa sahip olması, kendisini devletin birliği ve tekliği düşüncesine sahip çıkmaya iter. Hayallerinde kurguladıkları “nizam”, Osmanlı İmparatorluğunun üç kıtada at koşturduğu, dünyaya İslamiyet üzerinden “adalet” dağıttığı o şanlı günlerdir.

 

Yaşanan çatışmada Müslümanların birlikte hareket etmesini savunduklarından, Kürt kimliğinin ön plana çıkarılmasından hoşlanmazlar, bunun ‘ırkçılık, bölücülük’ olduğunu söylerler. Onlar, İslam birliği, ümmet bilinci ve kardeşliği sanal gündemin dışında toplumsal gelişmelerle ilgilenmezler.

 

Bu nedenle Ortadoğu da yaşanan Kürt meselesine karşı umursamaz ve duyarsız bir tutum içindedirler. Siyasi iktidar çevrelerinde de yankısını bulan “Tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemi, muhafazakar milliyetçi kesimde kabul görmekte ve bu felsefeyi temsil etmektedir.

 

e- Pratikten çok, teori zeminine kapatılan görüşler de var. İslami siyaset içerisinden çıkan ve İslam felsefesinin kavmiyetçiliği ret eden anlayışına sahip guruplar da özellikle son dönemde yaygın biçimde boy göstermeye başlamıştır. Bu gurup kavmiyetçiliği ret edip ümmet kardeşliğini savunmaktadır.

 

İslam entelektüelleri arasında yer alan bu teorik çıkış tek taraflı bir savunmaya dönüşüyor. Bu kesim Kürtler üzerinde, Kürt olmaktan dolayı uygulanan inkar ve baskıcı uygulamalara karşı çıkmakta, ancak devletin birliği ve bütünlüğü söylemini İslami siyasetin ana damarına uygun olarak vurgu yapmakta ve sahiplenmektedirler. Bu savunmaların tamamında devletin “üniter” yapısını korumak esastır. Çok insaflı olanlar, “ümmetin kurtulmasıyla Kürtler de zaten özgürleşecekler” derler.

 

Savunma tezlerinin tamamında devletçi bir algı söz konusu olduğundan, Kürt meselesi, çözümü geciktikçe karmaşıklaşan, karmaşıklaştıkça çözümü zorlaşan bir sarmal halini alması engellenememektedir. Kürt meselesi sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel boyutları olan çok bilinmeyenli bir denklemdir.

 

Çözümü de şiddet ve güvenlik politikalarında değil demokrasinin, adil kardeşliğin, paylaşımın, adaletin derinleşmesindedir. Bürokratik otoriter devlet anlayışına yaslanan çözümler, sadece asayiş mantığına dayandığı için uzun vadede sorunları daha da derinleştirmektedir. Şiddet ya da terör aysberg gibi Kürt sorunun sadece görünen kısmıdır.

 

Onun altında çok daha derinlerde bir asırdır süren baskı, inkâr, devlet terörü, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel nedenler vardır. Bugün PKK yok edilse ya da kendisini fesh etse bile Kürt sorunu orada canlı ve devasa bir şekilde duracaktır.

 

İşin temelinde dünyadaki diğer benzer siyasal çatışmalarda olduğu gibi eşit olmak istemeyen, hükmetmek isteyen, Kürt dilini ve kültürünü yok sayan, yok etmek isteyen, ötekileştiren, gayri ahlaki, gayri insani ve gayri İslami İttihat ve Terakki’nin cahiliye ırkçılığının resmi politika olarak kabulü ve uygulaması yatmaktadır.

 

Bu gerçekleri görmeden sadece işin şiddet boyutuyla ilgilenerek, sorunu şiddete hapsederek ve terör diyerek, haklı, insani, ahlaki ve İslami olan Kürt haklarını kriminalize ederek sorun çözülemez.

 

Bu basit teorik çerçeveye bakıldığında son yıllarda atılan bir takım olumlu adımlara rağmen, birinci maddeye tekrar döndüğümüz görülmektedir. Uluslararası çatışma raporlar ve araştırmalara göre Kürt sorunu 4. dereceden bir çatışmadır.

 

Bilimsel ifadesi ile şiddetli kriz halidir. Bunun sonraki adımı 5. derece yani savaştır. Dolayısıyla Kürt sorunu öyle basit günlük politikalara, kişisel hırs ve politik çıkarlara alet edilecek safhayı çoktan geçmiştir. Çözüm insiyatifi giderek çatışmanın taraflarını aşma noktasına gelmektedir.

 

Çatışma tabana yayılır, toplumsal bir kaosa neden olursa uluslararası teamüller ve uluslararası hukuka göre dünya toplumunun insani müdahalesi kaçınılmaz olacaktır ki o zaman, bugünleri herkes aramak durumunda kalabilir. Bugünün küreselleşmiş uluslararası ilişkilerinde her şey olabilir.

 

Hükümet, siyasi partiler ve bu çatışmanın tüm tarafları biran önce bu çatışma dilini terk etmekle işe başlamalı ve onu takip eden adımları izlemeli. Duygu ve ihtiraslar yerine akıl ve bilimsel yöntem ve metotlara dönülmelidir. Ortak bir sorunun var olduğu taraflarca kabul edilmeli. Sorun bütün boyutlarıyla ve doğru bir şekilde teşhis edilmeli, tanımlanmalı. Teşhisten sonra çözümün barışta olduğuna taraflar inanmalı, barışı bilmeyen, barışı konuşamaz.

 

Bunun için öncelikle işe çatışma, tahrik dili terk edilerek barış süreci başlanmalı. Ardından taraflar arasında diyalog hızla başlatılmalı. Geçmişle yüzleşme mekanizmaları kurulmalı, geçmişte işlenen suçları araştırma komisyonu tarafsız bir gözlem denetiminde inşa edilmeli.

 

Barış sürecini yürütecek arabulucu, kolaylaştırıcı ya da danışmanlık edecek güçlü, tarafsız, konuya hakim, geçmişi bilen üçüncü bir taraf olmalıdır. Barışı kurumsallaştıracak yapısal ve anayasal reformlar yapılmalı ve barışı toplumsal tabana yayacak ve kalıcı kılacak olan toplumsal entegrasyon faaliyetleri yürütülmelidir.

 

Zaman geçmeden, hızla barışa geri dönülmelidir. Yaşadıklarımız, müzakere masasından bir daha geri dönmemek için acı bir tecrübedir. Sonuna kadar “barış” diyoruz. Bunca insanın katledilmesi, yıkım, göç kimseye kazandırmaz. Hep birlikte kazanmanın yolları araştırılmalıdır.

 

Editör: TE Bilisim