(I)‘Kem aletle kemâlat olmaz’ der tecrübenin dili. Hayatta hep çırak olarak kalacak bir insanlığın acemi elleri olmaya ahdettik biz. Kalfalığa ve ustalığa yükselip olgunlaşmayan bir insanlık olarak kalacağız. Zihinsel, ruhsal ve kalbi olarak mülteci olanın fiziksel olarak mülteci olması bir şey ifade etmez. Tarihin karanlık dehlizlerinde bir aidiyet arayarak, aynı zamanda karabasanların hükümran olduğu rüyalardan da vazgeçmiyoruz. Yenildik biz. İnsanlık olarak yine insanlığa yenildik. İbn Haldun’un dediği gibi ‘Mağlup, galipleri taklit eder.’ İnsanlığın iniltileri, kan ve gözyaşları ile dolu geçmişi, yenilgilerimizin geleceği hakkındaki kehanetleri zaten yalanlayacaktır. İlkel benliğimizin karanlık ve kirli bilinçaltı bütün serbest çağrışımları reddederken, ruhun ibrişimlerinden de haberdar olamaz. Bir düşünürün de söylediği gibi ‘Bir uygarlık, kafasından değil önce kalbinden çürür.’

 

(II) Yurtsuz bir insan(lık) kaldı bize. İnsanın, insanlığın, kendisinin kurdu olan bir insan(lık). Oysa medeniyetimizin büyükleri bize insanı, insanın yurdu olarak öğretmişti. Metafizik, kültürel, zihinsel, ruhsal, tarihi, coğrafi, siyasi, insani yurtsuzluğun zirvesinden dönüyoruz. Her zaman stres altında, yarınından umutsuz, beyninin sağ ve sol yarım küreleri ayrışmış şizoid uygarlıklara dönüştük. Aklı sağ ve sol diye cephelere bölüp, mevzilere zihnimizdeki, bilinçaltımızdaki gizli kabile aidiyeti ile devşirdiğimiz bedenleri sürdük. Olgunlaştıramadığımız ilkel benliğimiz, nefretimiz, engel koymadığımız ‘şiddet itkisi’nin ölüm kusan bu şiddete meşruiyet kazandıran örnekleridir. Zira itiraz edemediğimiz kusurlarımıza bir meşruiyet kılıfı uydurma konusunda çok maharetliyiz.

 

(III) İnsan, hayatın gereksiz ayrıntılarında kaybolduğundan beri, anlatacak bir hikâyesi olmayan, fakat anlatabilmek için sürekli bir hikâye peşinde koşan bir varlık haline geldi. Var olmayan ülkeleri ve diyarları hayal edip, kurmaca bir dünyada kendini gösterme hassasiyeti ve hastalığını kaim kılmak için özel bir çaba göstermekte. Vicdanın çevresine ördüğü duvarlar onu sağırlaştırıp körleştirdikçe, ondan daha fazla laf ü güzaf işitilmekte. Yürürlükten kaldırdığı ahlak yasaları ve susturduğu vicdanı, ruhundaki uçurumların derinliğinin değişkenliği sadece. Velâkin bir özdeyişte de belirtildiği üzere ‘vicdan, insanın içindeki ilahi ses’ idi.

 

(IV) İnsan, zihnindeki ve göğsündeki büyük boşluğa aldırmadan bina ettiği, derme çatma yapılarla kurduğu yapay dünyasında, bir de sahte saraylar inşa etme uğraşısı içerisinde. Tek derdi insanlığın büyük hikâyesi içerisinde kendine bir yer bulmak. Her zaman birbirinin kıyısında duran fakat o kıyıları daima birbirine yasaklı insanlar olarak, zihnimizin sınırlarına dikilmiş korkulukları yıkmak en evvel vazifemiz. Suçlu bulma oyununun en revaçta olduğu içinde bulunduğumuz ilginç zamanlarda biz en büyük suçlu olarak kendimizi biliyoruz. Geçmişin suskunluğu ile geleceğin umutsuzluğu ve bigâneliği arasında, bazılarına göre  ‘hayatın kaybeneleri’ni oluşturan o büyük güruha dâhil olmak istemiyoruz. Ne var ki öncelikle yapılması evla olan şey, başkasına rota çizenlerin evvelden kendi yelkenlerindeki yırtıkları dikmesidir. Bazen Diyojence ‘gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz’ demek (mi) gerekir.

 

(V) ilk taşı günahsız biri atsın istesek de günahsız değiliz, bunu biliyoruz. Sırtımızdaki kambur günahlarımızın ağırlığından. Kendi kör noktalarına kör, lâkin başkalarının kör noktalarını keşfetmekte gayet kabiliyetliyiz, bunu da biliyoruz. Eprimiş ve bizim için artık bir anlam ifade etmeyen kelimelerin sığınağı olmaktan büyük keyif alıyoruz; günah kelimesinin bize herhangi bir şey ifade etmemesi gibi. Çünkü anlamsızlık, günahlarımızı doldurduğumuz o manasız sığınağın kale kapısı oldu.

 

(VI) Toplum olarak zenginleşmeli ve ivedilikle refah düzeyimiz yükselmeli ve ardımızda içi gittikçe boşalan daha çok fert bırakmalıyız.