Anadolu İslamı, zamanın ruhuna ve geleneklerine göre pratik çözümler bulup; dini hayatın sekteye uğramadan yaşanmasını sağlayan akıldır.

 

Bu akıldır ki, farklı din, mezhep ve etnik grupları ötekileştirmeden bin yıldır bir arada yaşamasını sağlamıştır.

 

Osmanlının üç kıtaya egemen olmasını sağlayan moral değerleri taşıyan akıl da budur.

 

Peki, bu akıl nasıl vücuda geldi?

 

Emevi ve Abbasi sultanlarının, merkezden uzaklaştırmak amacıyla; İslam coğrafyasının sınır bölgelerine sürdüğü gerçek ulemanın Anadolu’ya taşıdığı akıldır.

 

Arap putperestlerinin, “Çıkarlarımıza karışma seni başkan yapalım” vaadine karşılık “”Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz de umurumda değil.”” diyen Hz. Peygamber’in (SAV)  siyasi çıkarlarının olmadığı sade ve anlaşılır dindir Anadolu İslamı.

 

İbn-î Arabi, Mevlana, Hacı Bektaş, Ahi Evran ve ismini sayamadığımız pek çok gönül erlerinin, bu toprakların müslümanlaşmasında ve bir medeniyetin teşekkül etmesinde rolü vardır.

 

Mücadeleci ve aksiyoner tarzıyla ün yapmış İbn-î Arabi Hz’leri devrin Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus’un mektubuna verdiği cevap şöyledir: “ Müslümanlara yapacağın en büyük hizmet, İslam’ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm etmektir.” (H. Z. U. Türk Tefekkür Tarihi)

 

Türkistan ve Horosan bölgesinden Anadolu’ya yansıyan Hoca Ahmet Yesevi, Necmüddin-i Kübra Hz. ile Abbasi ve Emeviler’den kaçan ariflerin etkisiyle “Gazi Dervişlik” geleneğiyle, bu toprakların islamlaşmasında rol oynamıştır.

 

TASAVVUF VE OSMANLI

Osmanlı’nın ‘beylik’ten ‘devlet’e oradan da ‘cihan devleti’ne geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvufun ve muhtelif meşreblerden Tasavvuf ehlinin etkisi ve katkısı mevcuttur.

 

Özellikle ‘kuruluş’ aşamasında tasavvufî tarikatlerden kimi, Moğol İstilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral, destek ve ruhî sukûn sağlayarak; aralarında güçlü rabıtalar oluşturan birer sığınak olmuş; kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek merkezi otoritenin müesseseleşmesine kakıda bulunmuştur. (Hikemiyat)

 

Bu durumun estetik görüntü kazanması da Mevlana hareketi ile olmuştur.

 

Nitekim Doğu ve Güneydoğu Anadolu erenleri, kendilerine tabî bulunan müridleriyle Osmanlı Devleti’ne destek olmuşlardır. Böylece Osmanlı Devleti’nin Doğu ve Güneydoğu hakimiyeti daha kolay olmuştur.

 

Osmanlı’da devlet-tasavvuf münasebeti Osman Bey’den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir. Osman Bey’in bir tasavvuf şeyhi olan Şeyh Edebali ile; Orhan Gazi’nin Ahi Hasan, Davud-u Kayseri, Abdal Murat... Murat Hüdavendigar’ın Sinanuddin Yusuf Paşa; Yıldırım Beyazıd’ın Emir Buhari; II. Murad’ın Hacı Bayram-ı Veli ile Kanuni’nin Ebu Suud Efendi ve Haydarı Semerkandi ile, Fatih’in Akşemsettin ile... ilişkisi Osmanlı’ya vücut veren yapının “ilmiye” , “seyfiye”(askeri), “kalemiye”(bürokrasi) yanında dördüncü bir ayağa daha istinat ettiğini gösterir ki o da “irşadiye” diyebileceğimiz tasavvuf ehlidir. (Hikemiyat)

 

Demek oluyor ki, Tasavvufun insan hayatını pasivize ettiği şöyle dursun; hayatın merkezinde yer aldığı ve  tasavvufa bağlı müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfûz ettiği, Tabakat kitalarının İslam, sanat ve medeniyet tarihi sahasıyla ilgili eserlerin gözden geirilmesi gerekir.

 

Ya bilgisizlikten, ya olayı bütün olarak görememekten ya da kasıtlı olarak tasavvufun toplumu tembelliğe, miskinliğe sevk ettiği iddia ediliyor.

 

Oysa tasavvuf ehlinin bir medeniyeti oluşturma serüveni bellidir. Hatta Kurtuluş Savaşı’nın bile pek çok tekkeden yürütüldüğü sabittir.

 

Bilindiği gibi Tasavvufun diğer İslami ilimlerle aynı çatı altında toplanarak tek merkezde vücuda gelmesi ve oradan dünyanın dört bir tarafına farklı meşreplerle yayılması Gavs’ul Azam Seyit Abdulkadir-i Geylani Hz’leri (RA) zamanında meydana gelmiştir.

 

Emevi ve Abbasi Devletlerinin tasavvuf ehline ve seyitlere zulmünün aksine; Selçuklular tasavvuf ekolünü ihya ederek, çaşitli vakıf ve derneklerin kurulmasına vesile olmuştur. Bağdat’taki Kadiriye Medresesi de bunlardan biridir. (Nehr’ul Kadiriye)

 

Ehli Beyti zulümden kurtaran şüphesiz ki Sultan Alparslan’dır.

 

Aynı şekilde İslam dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen Kurtuluş Savaşlarında tasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir.

 

Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbani ve Şah Veliyullah çizgisinin varisi Diyubend ekolünden gelen sufi alimler), Kuzey Afrika (Libya’da Senusiyye hareketi, Cezayir’de Emir Abdulkadir, ve Muhammed Haddad, Sudan’da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır’da Ahmed el-Arabi, Mağrib’de Muhammed  bin abdulkerim el-Hattab...) ve elbette Anadolu... Bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya’da Şeyh Şamil ve bugün Filistin’de adını “İzzettin Kassam Tugayları” vasıtasıyla duyduğumuz, Şehit İzettin el-Kassam da öyle...

 

Tarihin oluşumunun her ilmeğinde tasavvuf ehlinin maharetini görmezden gelip, adeta aşağılama yoluna giderek yok sayılmasının nedeni nedir?

 

Bizden öncekilerin yaşadığı dönemde kişinin ilmi dünyaya olan buğzunu ve terkini arttırırdı. Bugün ise kişinin ilmi dünya sevgisini ve arzusunu attırıyor.

 

Bir avuç entellektüelin(!), modern dönemin ürettiği bilginin Kur’an-ı Kerim’de ayetlerini arayarak modernizmin aklına sahip çıkmanın İslam bilim düşüncesini geliştireceğine inanıyorlar.

 

Batının jakobenliğinden de beslenen bu yeni akım halkın dinini aşağılamak ve ötekileştiren bir dille fetvalar vererek bizi bize düşman kılmaktalar.

 

Bu kesim dindarlar dini gerçek anlamına ve akışına çevirme teşebbüsünden; geleneksel islamın düşünsel yetersizliği bahanesiyle yenilikçi din bezirganlığını uyguluyorlar.

 

Bunların amacı güya, dini gerçek mecrasına vahyin ruhuna uygun yorumlayan geleneği kötüleyerek aşağlama çabalarına şahit oluyoruz.

 

Hatta bilgi birikimlerini borçlu oldukları gerçek alim olan Peygamber varislerine dil uzatacak kadar ileri gidiyorlar.

 

Ama Anadolu İslamı kadim geleneği ile devam etmeyı bilecektir.

 

Ey Peygamber ilminin gerçek varisleri; ilminize, hoşgörünüze, muhabbet merkezli tutumunuza, aksiyoner kimliğinize... tüm dünya müslümanları muhtaç... Bir esinti yine, yeniden...

 

Yazımızı Gavs’ul Azam Seyit Abdulkadir’i Geylani Hazretleri’nin (RA)  Hz. Ömer-ül Hattab (RA)’dan bize naklederek hatırlattığı öğütleriyle bitiriyoruz.

 

“Ayrılmayın! Allah’ımız bir,  Kitabımız bir, Peygamberimiz bir, Kıblemiz bir.”

 

Geylanlı Hanımlar

Eğt. Ve Kült. Der Bşk. Selma Medeni Yüzer

Editör: TE Bilisim