Van Baro Başkanı Murat Timur, önemli açıklamalarda bulundu. Timur, Yeni Yargı paketi, hukuktaki sorunlar, yeni anayasa, ifade özgürlüğü, IŞİD katliamı, yolsuzluklar ve yüce divan kararları olmak üzere birçok konuya değindi.

Baro başkanı Murat Timur hukukun Türkiye’de en çok tartışılan konu olduğunu söyledi. Timur nedenini ise şöyle açıkladı: “Bu kadar tartışılmasının temel sebebi, her yeni gelen siyasi iktidarın hukuku kendine göre biçimlendirmesidir ve kendine göre biçimlendirdikten sonra hukuk uygulayıcılarının da bir ideolojik felsefe ile hukuku uygulamaya çalışmasıdır.” Dedi. 17-25 Aralık operasyonlarıyla ilgilide açıklamalarda bulunan Timur şu ifadelere yer verdi: “Bu 13 yıllık siyasi iktidar döneminde elbette çok büyük olaylar yapıldı, ama bu dönemde yolsuzluklar neden teşhir edilmedi bunu da araştırmak gerekiyor.” Yargıya güvenmediğini dile getiren Timur şu ifadelere yer verdi: “Vicdanları sorgulayan tek mekanizma yargı olmasına rağmen bir hukukçu olarak şahsen yargıya güvenmiyorum.”

Toplumda fazla bilinmeyen Yeni Yargı Paketinin içeriğinde ne var?

Son dönemde hazırlanan yargı paketlerine baktığınız zaman çok da hukuk tekniğine uymayan tarzda yasaların meclisten geçtiğini görebiliyoruz. Burada hâkim ve savcılarla ilgili bir düzenleme söz konusuydu. Bu düzenleme yapılırken, makul şüphe konusu da eklenerek Torba Yasa olarak değerlendirildi. Şimdi bir kere Temel Hak ve Özgürlüklerle ilgili bir düzenleme yapılırken Torba Yasa olarak hazırlanması Temel Hak ve Özgürlükler açısından ve İnsan Hakları Hukuku açısından çok da uygun olmadığını düşünüyoruz. Kişinin hak ve özgürlükleri çok önemlidir ve bunun üzerine bir düzenleme yapılırken, hiçbir yere çekilmeyecek tarzda, objektif bir şekilde bu düzenlemenin yapılması gerekiyor.

Türkiye’de hukuk nerede, ne kadar işleve sahip?

Türkiye’de hukuk en fazla tartışılan konuların başında geliyor. Bu kadar tartışılmasının temel sebebi, her yeni gelen siyasi iktidarın hukuku kendine göre biçimlendirmesidir ve kendine göre biçimlendirdikten sonra hukuk uygulayıcılarının da bir ideolojik felsefe ile hukuku uygulamaya çalışmasıdır. Şimdi Cumhuriyet tarihinden 2001 yılına kadar, Türkiye3deki hukuk uygulayıcılarındaki hakim ideolojik yapı Kemalist ideolojik yapıydı. 2001 yılından sonra bu yapı bambaşka bir hal aldı. Toplumda muhafazakar bir yapının egemen olduğu ve hukuku kendine göre şekillendirdiği noktasında bir tartışma oluşmaya başladı. Bu dönem içerisinde 2007-2008 yılı içerisinde TESEV yargı uygulayıcıları olan hakim ve savcılar üzerinde bir araştırma yaptı. Bu uygulayıcıların zihin alt yapısında aslında hakimleri bu devletin bekçisi olarak tanımlıyor. Yani devletin bekasını devam ettirme konusunda kendilerini bir rol görüyorlar. Halbuki yargının kesinlikle böyle bir görevi yoktur. Bu çok çarpıcı bir sonuçtur, burada deniliyor ki önünüze kişi hak ve özgürlükleri ile ilgili bir durum geldiği zaman sizin açınızdan devletin güvenliği mi önemli yoksa kişinin özgürlüğü mü önemli? gibi bir soru karşısında bu uygulayıcıların büyük bir kısmı devletin bekasının daha önemli olduğu yönünde bir görüş belirtmişler. Türkiye’nin anayasal tarihine baktığımızda, anayasaların hepsi olağanüstü dönemlerde hazırlanan anayasalardır. 1924 yılında olağanüstü durumdan dolayı Cumhuriyet oluşturulurken düzenlenmiş bir anayasa, sonrasında 1961’de darbe döneminde düzenlenmiş bir anayasa ve şu an mevcut olan anayasa ise yine darbe döneminde hazırlanmış olan 1982 anayasasıdır. Yani bu ülke henüz bile sivil anayasa ile karşılaşmadı ve her yeni gelen siyasi iktidar, aslında o anayasa kendi işlerine yaradığı için sivil anayasanın hazırlanmasında olumlu bir tavır ile yaklaşmadılar. Bu anayasaların ortak özelliği otoriter iktidara ciddi bir şekilde zemin hazırlamasıdır. Yani bu konuda ciddi olarak yetki verilmiştir. Her iktidarın özünde de otokratik bir anlayış olunca, bu konuda kendilerine geniş yetki verenler olunca sivil bir anayasanın yapımında olumlu aklaştıklarını söyleyemeyiz. Ama toplumda da çok sıkı bir talep olunca, iktidarlar zaman zaman sivil bir anayasa ihtiyacı olduğu yönünde olumlu yaklaştıklarını görmekteyiz ama neticede arka plana baktığımızda hiçbir siyasi iktidarın özgürlüklerin esas alındığı bir sivil anayasa yönünde bir tavır göremiyoruz.

Türkiye’nin en temel ilkeleri Yasama-Yürütme-Yargının birbirinden ayrı olmasıdır, siz Kuvvetler Birliğinin birbirinden ayrı olduğuna inanıyor musunuz?

Türkiye’de son dönemdeki tartışmalarla birlikte biz Türkiye’deki mevcut rejimin ne olduğu ile ilgile net bir tanımlama yapamıyoruz. Her ülkenin rejimi anayasasında açıkça ifade ediliyor. Biz de de 1982 Anayasasına göre, parlamenter bir siyasi rejim ile yönetildiğimiz belirtiliyor. Ancak şimdi mevcut sisteme baktığımızda parlamenter bir sistemden bahsetmek mümkün değil. Bir ülkedeki siyasi rejimi belirleyen şey ülkenin anayasasıdır. Siz bu anayasayı değiştirmediğiniz sürece, o siyasi rejim ile devam etmeniz gerekiyor. Bu siyasi rejimlerde bellidir, ya parlamenter sistem ya başkanlık sistemi ya da yarı başkanlık sistemidir. Bu sistemlerden hiç biri olmazsa İsviçre’deki Kantonlarda tam demokrasi dediğimiz, halkın kendi kendini yönettiği küçük kantonlarda uygulanan bir sistem. Yasayı da halk yapar ve halk kendi kendini yönetir. Son zamanlarda yaşananlara baktığımızda, eğer Cumhurbaşkanı Bakanlar Kurulunu kendisinin toplayacağını söylüyorsa parlamenter sistemin en temel özelliği de bir parlamento bulunmakta ve parlamento karşısında bakanlar kurulu, yürütme organı bunun bir tarafında yürütme kurulu bir tarafında Cumhurbaşkanı olarak birbirini denetleyecek bir mekanizma ile oluşturulur. Son dönemki uygulamalarla birlikte bir Cumhurbaşkanı Bakanlar Kurlunu kendisi topluyorsa, aynı Cumhurbaşkanı kendisini denetleyecek Anayasa Mahkemesinin üyelerinin büyük kısmını belirliyorsa böyle koşullarda bir parlamenter bahsetmek mümkün değildir.

İnsanlar kendi düşüncelerini dile getirmek istedikleri zaman, Hükümet tarafında ya da yürütme merci tarafından aşırı tepki ile karşılaşıyorlar. Bu tepki ile karşılaşanlar içinde önemli olan kanat önderleri de var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demokrasinin temel taşı elbette bir seçim olayıdır. Bir ülkede seçimin olması o ülkede demokrasinin olduğunu göstermez. Eğer o ülkede hoşgörü yoksa insanlar kendilerini rahat bir şekilde ifade edemiyorsa ve o ülkede farklılıklar zenginlik olarak görülmüyorsa “ya acaba ben bunu söylersem fişlenir miyim?” bu yönlü bir varsa istediğiniz kadar o ülkede sandıkları halkın önüne götürün bu o ülkede demokrasi olduğunu göstermez. Son döneme baktığımızda bu ülkede 2001 yılından beri aynı siyasal iktidar varlığını devam ettiriyor. Şöyle 2011 yılından bu yana gelelim kaç kişi bu dönemde yaşamını yitirdi. Sadece 2013 yılına kadar dünyadaki tüm maden kazalarında ölen işçi sayısı 650 iken, biz de ise 2001 yılından bu yana 240-246 civarındadır. Bu sadece maden kazaları ile ilgili. Ancak bunu kaza olarak nitelendirmemek lazım. Çünkü bu kaza değil cinayettir. Kişinin yaşam hakkının önemi bulunmamaktadır. Bir kaç hafta önce CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun bu yönde bir tespiti oldu. Son birkaç yıl içerisinde 2500 kişi bu iş kazaların sonucunda hayatını yitirdi. Sadece “DUR” ihtarına uymayarak vurulan binlerce insan var. Bu dönem içerisinde iş kazalarından tutun sınırda hayatını kaybeden binlerce insanımız var. Mesela bir ay içerisinde Cizre’de 5 çocuk öldü.

1 ay içerisinde Cizre’de 6 çocuk öldü, hukuk yeterince işlevini yerine getirmediği için mi hala bu tür ölümler ile karşılaşıyoruz?

Birincisi, hala tartıştığımız cezasızlık dediğimiz bir konu var. Cezasızlık Türkiye’de yeni katliamlara davetiye çıkaran bir durumdur. “Dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle vurulan kişinin hukuk sorgulamasını biz yapıyoruz. Ama hiç birinde bir sonuç çıkmıyor. Sınırlarda çalışan Jandarmaya çok keyfi bir yetki verilmiş. Varsayalım kaçak mal götüren kişi ülkeye kaçak mal soktu, bir vatandaşın vereceği vergiyi kaçırmaktansa vatandaşı öldürmeyi tercih ediyor. Gümrük alanında Jandarmanın çok geniş bir silah kullanma yetkisi var. Orada bir başka olay olduğu zaman oradaki asker, bir önceki olay için dava ya da soruşturma açılmadığı için keyfi davranıp bir başka ölüme davetiye çıkarıyor.

17-25 Aralık ile birlikte Türkiye’de siyasi iktidarının yolsuzluk yaptığı ile ilgili ses kayıtları ortaya çıktı ancak gerçek olmadığı söylenerek yapılanlar Cemaatin üzerine yüklendi, bu olanları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu 13 yıllık siyasi iktidar döneminde elbette çok büyük olaylar yapıldı, ama bu dönemde yolsuzluklar neden teşhir edilmedi bunu da araştırmak gerekiyor. Toplumda yolsuzluğun yapıldığına dair çok güçlü bir inanç var, bu konuda hiçbir tereddüt yok. Biz bu dönemde çok ciddi yolsuzlukların yapıldığını biliyoruz. Bunun ile ilgili TBMM’de oluşturulan Araştırma Komisyonunun buna ilişkin araştırmaları ve bunun üzerini örtme çabaları çok net bir biçimde görülüyor. Bu dönemde yargı konusunda çok ciddi sıkıntılar yaşandı. O dönemki belediyelerin tek sıra dizilmesi olayı bunun bir göstergesidir. Bunu siyasi iktidar kabullenmiyor ve bunu Paralel Yapı yaptı diyerek kendi zerindeki şüpheleri atmaya çalışıyor. Şeffaf demokrasilerin en temel özelliği de hesap verilebilirliktir.

Yolsuzluk Soruşturması nedeniyle Yüce Divana gönderilmek istenen 4 bakan için oylama yapıldı ve 9/5 oy ile bakanlar Yüce Divana gönderilmedi. Bunu Nasıl Değerlendiriyorsunuz?

Yolsuzluk Komisyonunun oluşum biçimi bile demokrasiye çok uygun değil. İtham edilenler Ak Partiden milletvekilleridir. Siz orada diyorsunuz ki 9 kişinin çoğunlukta olduğu komisyonda kendi bakanınızı sorgulayın diyorsunuz. Komisyonun yapısal biçimi bile baştan beri bu konuyu kapatacaklarına dair bir kanaat oluşturuyor. Siz bu 9 milletvekilinin kendi vicdanı ile hareket edeceğini mi sanıyorsunuz? Hele hele dönemin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın tek tek bu kişileri seçtiği bir dönemde milletvekillerini kendi vicdanıyla hareket edeceğini mi sanıyorsunuz? Hiç kimse böyle bir şey beklemesin. Bu komisyona bu kadar baskı kurmak ve komisyonun yapacağı çalışmaları kamuoyu ile paylaşmasına engel olmaları ile bu yolsuzluğu ortaya çıkartmak mümkün değil. Bu açıdan zaten yapılanlar şekli bir şeydir. Ancak Ak Parti şunu yapabilir. Eğer bakanlarına çok güveniyorsa bu ayın sonunda bir genel kurulda bir oylama yapılacak. Ak Parti samimiyet gösterirse komisyon kararına rağmen bakanları Yüce Divana gönderebilir. Ak Partinin samimiyeti burada belli olacak ama bu konuda samimi olduklarını düşünmüyorum.

Birçok polis memurunun görev yeri değiştirildi sizce bu neden yapılıyor?

İktidar bu polis memurlarını Paralel yapıya daha yakın gördüğü için bunu yapıyor. Evrensel hukuku işleten tüm ülkelerde esas olan şudur. Kişinin hukuk ile birlikte güvenliğinin sağlanmasıdır. Bir iktidar kendisi ile ilgili bir işlem yaptığı zaman, eğer buna karşı hukuk yoluna başvurmuyorsa bununla ilgili bir güvencesi varsa bu kişinin hukuki güvencesi olmadığı söyleniyor. Bununla ilgili bazı polis memurları idari mahkemeye dava açtı ve kazandılar. Siyasi iktidar davayı kazanan polis memurlarının gittiği idari mahkemelerle ilgili bir düzenleme yaptı. Ülkede sadece kişiye özel hukuk oluşturuluyorsa, o kişinin ülkedeki hukuk güvencesinden bahsetmek mümkün değildir. Sadece polis memurları değil HSYK Seçimlerinden sonra 4 hakimin görevden alınması ve uzak görevlere çekilmesi son dönemde iktidarın kendisine uzak gördüğü kişilere karşı yaptığı operasyondur. Kendine muhalif olarak gördüğü sol/sosyalist kesime karşı bu çalışmayı yaptı. Son dönemde iktidarda Paralel Paranoya oluştu ve kendisinden olmayan herkesi Paralel Yapı olarak değerlendirip, yargıya hedef olarak göstermeye başladı.

Valilere geniş yetkiler verildi. Sıkıyönetim yetkisi bile verildi bununla birlikte Belediye Başkanlarının yetkileri de kısıtlandı bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Demokrasilerde temel kavramlardan biri de seçilmişler atanmışların üstündedir ama bu ülkeye de uymadığını görüyoruz. İçişleri Bakanlığı birçok konuda belediye başkanlarını görevden alma yetkisine sahip. Valilerin protokoldeki yerlerine baktığımız zaman belediye başkanlarında önce geliyor. Bunlar gelişmiş demokrasilerde valiler seçim ile geliyor. Biz hala eski mantık ile devam ediyoruz. Atanan vali iktidarın otokratik yönetimini bölgede devam ettiriyor. Bu gelişmiş demokrasilerde yavaş yavaş terk ediliyor. Son dönemde valilerin yetkileri daha da genişletildi. Bu düzenlemeler demokrasiye uymayan düzenlemeler ama bu adımlar diktatöryal rejime giden adımlar.

Son dönemde güvenlik paketi ile birlikte polislere de geniş yetkiler verildi, bunun Cizre’deki çatışmaları arttırabileceğini düşünüyor musunuz?

Şuan bölgede sükunet devam ediyor, bölgenin koşulları ile birlikte vahim sonuçlar ortaya çıkabilirdi. DTK Başkanı Hatip Dicle’nin orda olması aslında çatışma süreci riskini en aza indirdi. Fakat bölgede bu sürecin böyle gitmeyeceği gibi bir izlenim var. 1 ay içerisinde 5 çocuğun hukuk dışı katledilmesi iktidarın istifa etmesi için yeterli. Ölümler bu şekilde devam ederse sürecin bu şekilde devam etmeyeceğini herkes biliyor. Korkumuz o ki barışçıl giden bir sürecin tahriklerle çatışmaya dönüştürülmesidir.

Ülkemizde % 10’luk bir işsizlik oranı var. Ve bunların çoğunluğu üniversite mezunu, siyasetçilerin yakınlarının devlet kadroların alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bununla ilgili suç duyuruları oldu ama bundan sonuç çıkacağını düşünmüyorum. İktidarın kadrolarını kurmadığı herhangi bir alan kalmadı. Vicdanları sorgulayan tek mekanizma yargı olmasına rağmen bir hukukçu olarak şahsen yargıya güvenmiyorum. Danıştay iktidarın kadrolaşmasını kanıtlamasına rağmen herhangi bir sonuç çıkmadı, dolayısı ile Türkiye’de böyle bir teşkilatın varlığına inanmıyorum.


Felemez ASKAN– Merkür Haber

Editör: TE Bilisim