Akıl, insanlığın kendi tarihi içerisinde her zaman onun en büyük sermayesi ve bununla birlikte varlığın anlamına ulaşmada yegâne yolu olmuştur. Evrenin düzenini anlamada ve insanın evrendeki koordinatlarını belirlemede akıl bir izlek ve insanlığın yörüngesi olmuştur. Her insan teki için akıl ayrışabilirken, aynı zamanda tüm insanlığın tecrübesi içinde birleşebilmektedir.

 

İnsanlığın, geçmişten günümüze bilgi yolunda tecrübe ettiği her alan, ayrı bir akıl alanı olarak isimlendirilebilmektedir. Her tecrübe birbirinden bağımsız gibi görünen, fakat birbirine sıkı bir şekilde bağlı tecrübelerin ürünüdür. İnsanlığın tarihi aklın tarihidir de diyebiliriz.

 

İnsanlık kadar eski olan ve tefekkürle yoğrulduğunda değeri daha da artan düşünme eylemi, insanlık tarihi boyunca her yönüyle insani gelişimin merkezinde olmuştur. Bidayeti düşünce nihayeti tefekkür olan insan, her an da ve safhada hakikate dönmeyi ve hakikatin peşinde olmayı bir görev addeylemiştir. İnsan düşüncedir, tefekkürdür ve insanı değerli kılanda bunlar aracılığıyla hakikate talip olmasıdır.

 

İnsanın doğaya göre konumu ve durumu, diğer türlere göre üstün gelme potansiyeli, geçmişten günümüze kadar onun çok boyutlu özelliklerini desteklemiş, fakat insan; daha çok yok edici bir özne olma özelliğini geliştirmiştir.

 

Kim’liksiz insan, merkezini yitirmiş ve bu merkezden uzak insandır. Yaşatan ve inşa eden bir merkeze göre konum belirlemeyen insan, kent veya kaldırım filozoflarının tahayyülleri arasında yalpalayacaktır. Müspet insan, müspet olanı inşa eder ve olumlu tüm sonuçların sebebidir. Sebebi olduğumuz dönüşümlerin menfi tüm sonuçları saflığını yitirmiş bir doğa ve insanı karşımıza çıkarır.

 

Yakın zamanlar kömür çağı idi ve artık içinde bulunduğumuz petrol çağının da son dönemlerindeyiz. Modern insanın tinsel bir tarihi ne yazık ki yok. İnsan, yaşadığı zamanı anlamak için geçmişe bakar ve oradan aldığı referanslarla geleceği inşa eder. İnsanın zaman anlayışı ve disiplininin değişmesi, onun gündelik hayata odaklanma düzeyini de etkilemiştir. ‘’Binlerce yıllık uzun soluklu hikâyesi içerisinde insan nerede durmaktadır?’’ diye sorup bugünün referans noktaları ve değer yargılarıyla bir insan tanımı yapmak en zor iş olsa gerek. Bireysel yaşamın kısalığı ve ölümün kaçınılmazlığı iyiden iyiye yükselen ve insanı rahatsız eden bir ses halindedir. İnsanın tanımının hep yeniden yapılması, zamanlar ve mekânlar üstü insana ve onun tanımına ulaşmanın zorlaşması, hep yeniden tanımlanan insanın da tanımsızlaşmasıdır. İnsana dair ne varsa insana ait değilmiş gibi duruyor. Buna tanımı da dâhil.

 

İlk başlarda insan doğasına yönelen ve onu anlayıp çözmeye çalışan tüm modern yöntemler, zamanla insan doğasının kontrol yöntemlerini de keşfetmiş ve tüketime yönelik her türlü pratiği geliştirerek günümüze taşımıştır.

 

Bu pratikler, sadece insan doğasının çözülebilirliği ile alakalı değildir. Varlık olarak, insan dışında kendine has özelliklere sahip olan, fakat bu özellikleri insana da uyarlanabilen veya insanı her an nesne olmaya teşvik edebilecek her şey bu araştırmaların amacıdır. İnsan, en başta kendini ve ele geçirdiği her şeyi tüketen klinik bir vakıa olarak bu talihsizliğinin tarihini yaşamaya mecburdur. Zira tehlike anında takip edebileceği bir yol veya acil çıkış kapısı artık yok.