Ciddi kabul görecek bir denklemin en bilinmez tarafından tutunuyor yaşama kirli bakışlarla bakıyorum. Hangi düşünceye el atsam altından kirli bir cümle yahut seyri nahoş bir film çıkıyor. Şimdilerde grisi fazla; oldukça karıncalı bir film izliyorum:

“Müdür Beni de Fişlesene!”

“Dehh!” diyor salıyorum eşeğimi çayıra. Epey dere tepe düz ettikten sonra soluğu, seçim kampanyasını yürüten, yürütmede(!) ustaların yanında alıyorum. Vadesi dolmuş ve hiçbir zaman yerine getirilmeyecek sözlerini hatırlatıyorum onlara:

“Hani geçen baharda okullar hayat bulacak çocuklar kitapla tanışacaktı!”

Sırıtkan yüzlerine bir yenisini ekliyorlar. Utanmıyorlar. Onların yerine ben utanıyorum. İnceden bir yağmur yağıyor. Yeryüzüne inen bütün meleklere dua iletiyorum. Kabul görür diye umuyor yoluma devam ediyorum.

Eşeğim yorgun, bitkin. Aklıma Nasreddin Hoca’nın dâhiyane fıkrası geliyor. Fıkra bir fikre dönüşüyor; fikir, düşünceye. Düşünce, evrimini tamamladıktan sonra eyleme dönüşüyor. Gördüklerim karşısında hayrete düşüyorum: Eşşeğin sırtında eşek.

Düşünmekten bitkin düşüyorum. Susuyorum ve yılan çeşmesinde mola veriyorum. Çok yılan uzanıp su içiyor; insani tarafım “uzaklaş” dese de alkımın hayvani tarafı “ez” diyor. Sağduyuma kulak veriyor onların arasında güvenli bir yer edinip su içmek üzere yere kapaklanıyorum. Günümüz şartları beni, açıklaması kendinden uzun bir düşünceye sürüklüyor. Dudaklarım birkaç sözden müteşekkil bir cümle sarf ediyor: İnsan yılandan daha zehirli.

Pastoral hikâye beni sarmıyor. Şehre iniyorum; tek/düzenin ve aldatmacaların merkezine. Şık giyinimli beyler ve bayanlar; yama giyinimli çocuklar, kadınlar ve erkekler görüyorum. Umut dilenen, eli dilekçeli insanlar görüyorum sonra. Umut tüketen kravatlar… Köşede öylece dikilmiş onları seyrediyorum; canım, kan rengi. Böyle zamanın, böyle dünyanın derdi çekilmez diyorum. Kuş olup uçmak isteğim, ceketimin ucundan tutup beni sarsan mavi gözlü, umut yüzlü bir çocuğun sesiyle irkilip uçup gidiyor. Çocuğun masum yüzüne bakıyorum. O an anlıyorum ki dünyanın bütün çocukları gözümdeki rutubettir.

Kızıl ve kara, kimi zaman mavi örtüsüyle üstümü örten gökyüzü! Gözyaşlarımın çatlattığı yeryüzü! Ey, kinimi püskürten dağ! Ey, oyalanıp giden şehir! Sana sesleniyorum insanlık! Nerdesin? Ey, acılarımın besleyip bir türlü büyütemediği yalnızlığımın kendinden daha yalnız çocuğu; tekrar kanatmakta yüreğimi kimsesizliğin. Acını tarif edemem ki; bağışla beni çocuk.

Köşe başındaki o çocuğu mahzun bakışıyla bırakıp gidiyorum. Az ileride, büfe denilen seyyar yaşantı ürününün rafındaki az satan bir gazetenin manşetine takılıyor gözlerim. O an bütün yıldızlar üstüme düşüyor; gözlerim kararıyor. Saniyede 445 metrelik hıza sahip magnum 45’lik bir cümle, sağ şakağımdan girip sol şakağımın üst tarafında koca bir delik açıyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum.

Yağmur, ruh seyrime yeniden renk katıyor. Saç uçlarımdaki ıslaklık, mahcup bir dilek gibi şakaklarıma doğru yol alıyor. Ve sonra yetim bir şarkıyla dolaşmak istiyorum, yandığım bütün aşklar ve çocuklar için. Yağmur gibi tükeniyor su gibi birikiyorum bu amansız yokuşta. Üzülüyor, üzülüyor, kahroluyorum.

Ölümü ezberinde taşıyan asi, kara çocuklar; suskun bir tarih karşısında yaşamı terk etmiş görüyorum. Yok satan bir hayat karşısında ne kadar direngen olunabilir ki? Az satan gazetenin manşetine atıfta bulunuyorum: Kutsanacaksa anne kutsanmalı. Toprak kutsal değil örtüdür.