Yaşamımızın en önemli hazinesini tüketmek için işbirliği içindeyiz. ‘Kendi’ oluşumuzu katlediyoruz. ‘Biz’liğimizi yok ediyoruz. Türkçe’mizi…

Tarihin hiçbir devrinde bugünkü gibi Türkçe’ye dört bir yandan gönüllüce saldırdığımız görülmemiştir sanırım. Devir derken çok uzağı kastetmiyorum. Daha on beş yıl önce –biz lise sıralarında otururken- farkında olmadan kelimenin tekini dahi yanlış kullandığımızda karşımızda edebiyat hocalarımızı bulur, söz konusu kelimeden adeta özür dilerdik. Bugün… Bugün canını dişine takmış, onu sürüklediğimiz uçurumdan düzlüğe çıkmaya çabalıyor Türkçe. Biz bu değildik. Olduk.

En önce televizyon dediğimiz renkli aygıt taşındı hayatımıza, odalarımıza, kitap kokusu taşıyan yataklarımıza. Görülmemiş dünyaların kapılarını ardınca araladığı için hızla yozlaştığımızı fark edemedik. Gün geldi onsuz yapamaz olduk. Aile fertlerine, eşe dosta ayırmamız gereken en değerli saatleri, zamanları ona sarf ettik. Ekranlarda bir dizi furyası başladı ki düşman başına. Ulusal değerlerimizi, benliğimizi dahi unutturan dizilere tutkun olduk. ‘Carolin’in, Hürrem’in saç renginden isterim’lerle kuaförün kapısına dayanmak varken kullandıkları ‘ ben seni artık sevmio Ali, sevmio. Ben galbimi sana verdim Sülüman’larla Türkçe’nin güzelliğine ve lezzetine gölge düşüren reyting meraklılarına prim yaptırdığımızla kim ilgilenir ki? Dilimizle ilgisi olmayan bir konuşma şeklini alttan alta bize yutturmaya çalışıp Türkçe’ye kurşun sıkanları gündeme neden getirelim? Onlar lazım/dı bize. Vazgeçmedik.

Türk popunun bir zamanlar –doksanlarda- kazandığı saygınlığın, yerini sonraları Türkçe’yi yozlaştırma çabalarına bırakacağını kestirsek yine alkışlar mıydık o unutulmaz şarkıları? Galiba evet. Yapardık. Serdar Ortaç ve türevlerinin, şarkılarında İngilizce ve Fransızca’yı dilimize karşı kullanarak bir üstünlük abidesi gibi sergileme çabalarını alkışladığımız gibi… Şarkılar ‘geliyo, yapıyo’lardan geçilmiyor. Bir ‘alıcam, yapcam’ merakıdır gidiyor. Derdimiz şarkı sözlerini Türkçe’ye uydurmak değil, Türkçe’yi şarkılara uydurmak. Oturup günümüz şarkı müsveddelerinden örnekler sunacak satırlar gelmeyecek, gerek duymuyorum. Görünen köy kılavuz istemiyor. Bir okuyucu olarak siz bile bu cümlelerden geçerken Türkçe’nin katlini gerçekleştiren birkaç şarkı hatırladınız. Bana gerek kalmıyor. Türkçe’nin itibarını gerçek anlamıyla yaşatma çabası içinde olan TRT bile gün içinde bu şarkılardan yüzlercesini dinletiyor. Peki… Bugüne bugün peşine düştük mü kendi ellerimizle kuyusunu kazdığımız Türkçe’nin? Hayır. Ne gerek var? Biz şu an bilgisayar başında Demet Akalın’ın, kızının fotoğrafıyla tıklanma rekoru kırması için klavyenin giriş tuşuna basmakla meşgulüz. Türkçe’yle kim uğraşır?

Televizyon sonrası evlerimize buyur edilen sinsi konuğun adıydı internet. Hatta onun küçük fakat haylaz çocuğu cep telefonu. Yazışmalar, sms ekranları, msn oturumları dilimize reva gördüğümüz haksızlıkların enfes örnekleriyle dolu. ‘coq qusel, napıon, hoschakal’lar bizim eserlerimiz. Bizim… El oğlunun değil. Bunları öyle yazışmalarda falan kullanmakla da yetinmiyoruz. Günlük yaşantımızın her anına sindirdik bu korkunç ifadeleri. Böyle konuşuyor, böyle nefes alıyoruz. Böyle yaşıyoruz.

Yabancı sözcük kullanımı uzun yıllar otoriteleri, ilgili kurumları meşgul etti. Etmeliydi de, itiraz yok. Uzun ve tartışma götürür bir konudur. Dile girmesi gereken ifadeler, yok kabul görmesi mümkün olmayan sözcükler derken uzar gider. Gelin görün ki bu konu ile, Türkçe’de nefis karşılıkları olan ifadeler karşımıza geçip imdat dilerken, onların yerine yabancı sözcükleri dağarcığımıza buyur etmek farklı şeyler. ‘Ajitasyon’ yerine ‘kışkırtma’, ‘ithalat’ yerine ‘dışalım’, ‘opsiyon’ yerine ‘seçenek’, ‘stil’ yerine ‘biçem’, transparan’ yerine ‘saydam’ deyince dilimize diken batıyor olmalı. Bu Türkçe ifadeleri sevmiyoruz çünkü. Onları kovduk, daha havalı(!) olan yabancı karşılıklarını kabul ettik.

Dil bakımından bu çürümüşlüğümüz günden güne artıyor. Usta şairlerin, yazarların satırlarında tadına doyamadığımız o güzelim Türkçe şimdilerde kırsalda, şehirde, her yerde can çekişiyor. Çocuklarımıza bırakacağımız en önemli mirası (Yalnız Türkçe değil, konuştuğumuz diğer diller dahil) yok ediyor, kendi yangınımıza körükle gidiyoruz. Dilin güzelliklerinden ve bize sunduğu sonsuz imkânlardan habersiz bir gençlik yetiştiriyoruz. Metropollerdeki işyerlerinin, hamburger satıcılarının, marketlerin, plazaların üzerindeki tabelalarda, afişlerde yazılan yabancı kelimeler yığınını ‘dil’ diye yutturuyoruz çocuklarımıza. Canlı bir varlık olan dili, kendi içinde doğamadan öldürüyoruz.

Taze kabak çekirdeklerinin lezzetine benzetiyorum Türkçe’deki kelimelerin tadını. Çekirdekleri, tadına vara vara damağınızda yuvarlarken, elinize alıp da kabuğunu kırdığınız çürümüş, bayatlamış, acımsı hal almış bir çekirdeğin, kazayla ağzınızda dağılıp bir öncekilerin bütün lezzetini, rayihasını yok ettiği o korkunç an yok mu… Aynısını reva görüyoruz Türkçe’ye. O zehirimsi kıvamı Türkçe’ye yayarak sinsice yok ediyoruz dilimizi. Artık tadıyla tuzuyla bağrımıza basıp beynimizi besleyebileceğimiz bir Türkçe yok. Açız. Aç…