Kör olduk…
Bir sabah uyanıp işe gitme telaşıyla kendimizi kapının önünde bulduğumuzda kör olduk. Yolumuzun üzerinde kurumak üzere olan ağacı da fark edemedik; dolmuş durağının önünde bekleyen susamış kediyi de fark edemedik. 
Kör olduk…
Market alışverişi için evden fırladığımızda bir an önce listedekileri dolaba dizmenin telaşıyla kör olduk. Kasiyere “hadi hadi, acelem var “ derken alnındaki teri, yüzündeki yorgunluğu da fark edemedik; dönüşte elimizdeki poşetlere hüzünle bakan Afgan babayı da göremedik… Telaşımız vardı, göremedik. 
Kör olduk…
Tez tez akşam yemeği yetişsin, çabuk çabuk ev paklansın, hızlı hızlı ödevler bitirilsin diye feveran ederken kör olduk. Göremedik; “baba baba bi bakar mısın” diye yanımıza sokulan evladın gözündeki yaşı, ruhundaki ızdırabı. Ve körpe körpe yavruları da bu bitmeyen acelemize kurban ettik. Duymadık onları. Beğenmedik de onların hızını. Kör olduk.
 Bir çocuğun derdini dahi beğenmeyecek, göremeyecek kadar kör olduk. O hengamenin içinde kulesi yıkılan bir çocuğun ağlaması bize çıldırtıcı geldi. “Ne var şimdi bunda ağlayacak?” diye anlamsızca baktık ve yine görmemiz gerekeni göremeden kendi telaşımıza daldık. Oysa görseydik, orda emeğinin zayi oluşuna iç geçiren bir evlat vardı. Görseydik anlardık. Görseydik; bin bir emekle, saatlerce uğraşıp yaptığı çok katlı, kremalı bir pastanın ansızın yıkılışına tanık olan kadın da ağlardı, bilirdik. Ve biri çıkıp “ ne var bunda ağlayacak, altı üstü bir pasta” deseydi o koskoca kadın iki kere ağlardı…
Telaşımız vardı hep. O yüzden göremedik. Gördüklerimize derinleşemedik. Kaybettik, biyolojik ritmimizi, fıtri hızımızı. Aslında yaradılışımız “yavaşlık” üzerineydi. Yüce Allah Kuran-ı Kerim’de insanı muhatap alarak “hiç düşünmez misiniz, akletmez misiniz? ...” ayetlerini yolladığında; yarattığı ve formatını bildiği mahlukun fıtratına sesleniyordu. İç huzuru bozulmuş, teenniden uzaklaşmış, yaradılış hızını kaybetmiş insan akledemez, düşünemezdi. Düşünebilmek, görebilmek için hızı azaltmak ve bazen durmak gerekirdi. Duramadık.
Hayal edelim: 250 km hızla sürülen bir aracın içindeyiz. Yolculuk esnasında yolda neler gördüğümüzü bize sorsalar, cevabımız ne olurdu? Muhtemelen “hiçbir şey” derdik. Ama aynı soruyu “40 km hızla sürülen bir aracın içinde…” olarak değiştirselerdi yanıtımızın tadından geçilmezdi. Kol kola yürüyen yaşlı çiftlerin huzuruna, yol kenarında kavun satan gencin bize de satabilmek için ayağa kalkışına, tarlasındaki mahsülünü sırtlanarak yolun karşısına geçmeye çalışan rençberin gün sonu mutluluğuna ve daha bir çok şeye şahit olurduk; aracımız yavaş gidiyor olsaydı.
Yolcusu olduğumuz şu hayatta menzilden sorumlu olduğumuz kadar yollardan da sorumluyuz. Evet “varış” önemli, peki ya yol boyu tanıştıklarımız? Onların bizden beklentileri? Bizim onlardan beklentilerimiz? Bunların hiç mi önemi yok? Koşarken göremediklerimizi fark edebilmek için yürümeye niyet etmenin vakti gelmedi mi artık? 
Geçen yıllarımızı “kör” olarak acelelerimize hibe ettik. Daha kaç yaş alacağız böyle “görmeden” yol alarak? Yavaşlayabilseydik lezzeti boğazımızdan akan bir ömrün sahibi olacaktık. Durabilseydik, bir çocuğun gülümsemesiyle şenlenecek, bir babanın hüznüyle insanlaşacaktık. Sakinleşebilseydik, yavaşlıkta selamet olduğuna şahit olacaktık.
Kemal Sayar kitabında; “Yavaşlayın, bu dünyadan bir kez geçeceksiniz” derken ne kadar da güzel izah ediyor. Yavaşlamazsak neleri kaçıracağımızdan haberdar etmeye çalışan dertli bir ikaz:
“Sevmek için zaman ayırmak gerekir.
 Bilmek için zamana ihtiyaç duyarız.
 Güzelliği ancak zaman ayırarak fark ederiz.
 Zamanla olgunlaşırız. Lütfen yavaş gidiniz.”