Son günlerde eğitim haberlerinin çoğunda “ev ödevleri’nin verilip verilmemesi, bu ödevlerin çocuğun gelişimindeki yeri, eğitim sistemine uygunluğu gibi envai türden tartışma eğitim gündemine damga vurdu.  Peki, eğitim sistemimizdeki tek problem verilen ev ödevleri mi? Bireysel farklılıklar temel alınarak mı bu ödevler veriliyor yoksa tümdenci bir anlayışla miktar kıyasına göre mi veriliyor? Ya da soruyu şöyle soralım: Hiç ödev vermez isek yahut az ödev verir isek eğitimde görülen sorunları halletmiş olacak mıyız?

 

Cevabı kendinden basit, oldukça yalın: Hayır. Bu ödev mevzuuna pek de takılmamak gerekir. Toplumun ve çocuğun eğitime ve okula bakış açısına bakılacak olursa ödevlerin pek de bir hükmü yok. Yani az da verilse çok da verilse “yaygın ve yerleşik” kanılara göre ödevin, Onlarca, mühim bir tarafı yok. Konuyu biraz da okul, eğitim, öğretmen, öğrenci temelli değerlendirmek gerekir. Okula yönelik eleştirilere ve yüklenilen beklentilere değinmeden, bunları açınlamadan ödev mevzuuna yüzeysel eleştiri getirmek yerinde bir davranış olmaz. Öncelikle “Okul nedir?” sorusuna ve beraberindeki sorunsala değinmek gerekir.

 

Okul; toplumsal ilişkilerin düzenlenebileceği ve demokratikleşmenin oluşturulup uygulanabileceği bir kurumdur. İşlevselci paradigmanın eğitim anlayışına göre eğitim, çocuğun gerekli gördüğü, çocuk için gereken tüm değerleri aktaran kurumsal bir yapıdır. Eğitim, sanayi için gerekli insan gücünü sağlayan, yetenekli bireyler yetiştirip toplumsal roller kazandıran ve toplumsal değerleri yeni kuşaklara aktarmada kullanılan bir yapıdır. Bu bağlamda eğitim, toplumun bütünleşmesinin sağlanmasında katkı sunan araçlardandır.

 

Eğitimin geçirdiği değişimler, yaşam koşullarının beraberinde getirdiği dayatmalar, bireyin hayat karşısındaki tavrı; okula ve eğitime bakış açısını da etkilemektedir. Üniversitelerdeki bölümlerde öğretmenliğe ayrılan kontenjanların 2005-2012 yılları arasındaki artışı, öğretmenliğin bir kariyer basamağı olarak görülmesinden ziyade bir istihdam alanı olarak görülmesine neden oldu. Okul, toplum nazarında hem sertifika dağıtan bir kurum olarak hem de bir istihdam aracı olarak görülmeye başlandı. Pedagogların okula yönelik eleştirileri de bu durumu somut hale getirmektedir. Eleştirel pedagolojiye göre okul, ‘öğrencilerin onlardan neler öğrendiklerinin hiç de önemli olmadığı ve öğretmenler için bir istihdam alanı’dır.

 

Okul, insanın varoluş nedeniyle aynı paralelliktedir. Okulu, sertifika dağıtan bir kurum olarak görmekten çok toplumun bir minyatürü olarak görmek gerekir. Okulları, birçok yönleriyle ortak ve eşdeğer özellikler taşıdığı ve bireye “yaşam nasıl kazanılır?” sorusuna cevap verdikleri bir kurumsal yapı olarak görmek gerekir. Okul, özel becerileri kazanma ve öğrenme ile bireyin kendi hayal ve yargı-farkına varma- güçlerini tamamen keşfettiği özgürleştirici bir deneyim alanı olmalıdır. Aksi halde, eğitim üzerine oldukça çarpıcı tespitlere değinen düşünür Ivan İllich’in değindiği gibi okula diploma gibi onaylanmış bir belge almak amacıyla giden öğrenciler düş kırıklığına uğrayacaktır.

 

Sertifikanın hizmet alan ve hizmet veren şeklindeki bir ilişkiye büründüğü göz önünde bulundurulursa bunun, sertifikanın, bireyin hayatını düzenleyen bir amaç haline geldiği de görülür. Böylesi bir ilişki türü okulun önemini daha da arttıracağı gibi beraberinde bir güç ilişkisini de getirecektir. Bu tam da yapılandırmacı eğitim sisteminin gereklerine ve öngörülerine aykırı bir durumdur. Çünkü yapılandırmacı eğitim sisteminde okul, güç dengesinin sınandığı bir kurum değil hayata hazırlayan bir ortak yaşam alanıdır.

 

Okulu, her türlü değerin ölçülebildiği, nicel değerleri ön plana alan bir yer olarak görenler de var. Buna göre; okulda yapılan eylemlerin tümünde nicelliğin etkisinin görülmesi mümkündür. Dahası okul, modern proletaryanın dünyevi dini olarak teknolojik çağın fakirlerine boş hayaller sunan; insanlara vaatler sunan, onlara doğru yolu gösterdiğini iddia eden, insanların ümit kapısıdır. Bu bağlamda öğrencinin artan talepleri kıyasınca öğrenci, artan değerlerle düş kırıklığı yaşamaktadır.

 

Bu görüşler doğrultusunda Türkiye’deki eğitim politikalarına değinerek eleştirel bir bakış açısı yakalamak mümkündür. Çünkü Türk Eğitim Sistemi’nde yeniden yapılandırmacı bir eğitim anlayışından her ne kadar söz edilse de şimdilik bunu görmek mümkün değildir.   Buna göre eğitim sistemi yeniden ele alınarak bireye fayda getirecek duruma getirilebilir. Bu haliyle, öğrenci ve öğretmen için oldukça sıkıcı bir hal almaktadır.  Eğitim sadece kitaplardan, bilgisayardan ibaret bir eylem olmaktan çıkarılmalıdır. 

 

Eğitimde diyalogun önemli bir etken olduğu unutulmamalı ve diyalogun merkezde olduğu bir eğitim sistemine geçilmelidir. Diyalog beraberinde demokratik bir tutum da getireceği için öncelikle eğitimde diyalog süreci iyi işlenmelidir.

 

Fırat TAŞ