Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,

Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.

Yahya Kemal Beyatlı

III. Selim Kulekapısı Mevlevihanesi’ni yeni baştan onartır. Padişahın sevdiği ve güvendiği dostları, bir gece toplantısında kapının üzerine Şeyh Galib'in burası için yazıp gönderdiği bir beyiti koymaya karar verirler. Ertesi gün iki kişi beyitin yazılacağı kısmı tespit etmek için Mevlevihane’ye giderler. O sırada kapının önünde başını elleri arasına almış dertli dertli düşünen temiz yüzlü bir ihtiyar onlara doğru gülümseyerek:

“Yaptı bu dergâhi pâk ü hem cedîd

Bin iki yüz altıda Sultan Selim.”

Şeklinde olan Şeyh Gâlib'in mesajlarını okuyup,

- ‘Ne güzel de yazmış yazan’ deyiverir.

Gelenler kendilerinden başka henüz kimsenin bilmediği mısraları bilen ihtiyarı hayret ve şaşkınlıkla süzerek,

-Sen Şeyh Gâlib'i tanır mısın? Bunu nereden biliyorsun? diye sorarlar.

İhtiyar sükûnetle,

-Ne Şeyh Gâlib'i tanırım ne de sözlerini duymuşluğum vardır. İçimden öyle geldi söyleyiverdim işte, der.

Hadise aynen III. Selim'e nakledilince, padişah bu adamı merak ederek huzuruna çağırtır. Adının Yakub olduğunu, Kapalıçarşı'da nalıncılık yaptığını öğrendikten sonra:

-O hal ile dergâhın önünde neden duruyordun, bir sıkıntın mı var? diye sorar.

Nalıncı Yakub: “Sultanım merak buyurduğunuz gün evden pek kırılgan ayrılarak dergâhın kapısına oturmuş düşünüyordum. Böyle düşünceli ve gönlüm kırık olduğu zamanlarda, öyle bir halim olur ki deryanın dibini, özün özünü, gizlinin gizlisini görürüm. İşte öylece de dergâhın kapısına yazılacak mısraları sanki gözlerimle görür gibi oldum. Boş bulunarak adamlarına okuyuverdim,” der.

III. Selim, nalıncı Yakub dededen pek hoşlanır. Yanında bulunan Şeyh Galib'e usulca dönerek:

"Ona nasıl bir ihsanda bulunmak gerektir?” diye sorar. Şeyh Galib:

“Sultanım hayatını ilâhi rıza yolunda başkalarına adayacak yüceliğe eren insan, Hakkın ihsanına uğramış kişidir ki ölmeden evvel ölenler rütbesini almıştır. Böylelerine sevgi ve anlayıştan gayrí ne verirseniz değersiz kalır, cevabını verir..”

Lise yıllarında edebiyat dersinde okuduğumuz bir şiiri ara ara anımsıyorum. “Yaşam, doğum tarihi ve ölüm tarihi arasında konulan bir tire kadardır.” O zamanlarda beni çok etkilemişti şimdi de... Sıcaklığından pek bir şey kaybetmese de kırk yıl sonra başka bir anlam kazanıyor. Çünkü o tirenin son kısmına gelmişiz.

O tire için her şeyi feda ediyoruz. (1962-20..) İşte bize çok uzun gelen hayat, bu kadar kısa, bir tire kadar. Diğer iki nokta da dolacak. Şairin dediği gibi “Kim bilir, belki yarın belki yarında da yakın…”

Bizler yaşamın gerçek manasını eninde sonunda anlayacağız. Umulur ki iş işten geçmeden anlayabilelim. Dünya’ya gelmişken elbette yüce Rabbimizin verdiği nimetlerden faydalanacağız. Ancak bunu yaparken kişiliğimizi askıya almayacağız. Askıya asılan kişiliğin askıdan indirilmesi mümkün ama zordur. Bir kere kendimizi kaptırdığımız zaman bunun farkına iş işten geçtikten sonra varırız. Zevk ve sefa sarhoşluğu içinde mal, mülk, makam uğruna insanlığımızı kaybederiz. Bir kademe daha yükselmek, biraz daha kazanmak ve daha iyi yaşamak için sevdiğimizi zannettiğimiz dostlarımızın üstüne basıp geçeriz. Yaşam bu değildir.

Ne güzel demiş şair:

“Adı, soyadı

Açılır parantez

Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti

Kapanır, parantez.”

(Behçet Necatigil)