"Ey uyuyan adam! Şimdi uyanmalısın! Seni uykudan ölüm uyandıracak olursa, bu uyanışın ne faydası olur?" (Sâdî-Bostan ve Gülistan)

***

Bir veli pazara gider.

Bakar ki pazarda buz satan biri şöyle bağırıyor:

—Sermayesi her an erimekte olan bu adama acıyın!

Veli zât, bu sözü duyar duymaz düşer bayılır. Kendine gelince etrafında toplanan meraklı kalabalık sorar:

— Size ne oldu böyle, bir rahatsızlığınız mı var?

— Evladım, az önce buz satan kardeşinizin sözü beni çok etkiledi. Her gün ömür sermayem eriyip gidiyor. Bir daha telafisi olamayacak. En önemli sermayemi verimli kullanamazsam halim nice olur? Rabbime mahcup olmaktan korkuyorum.

***

Birçok kişi ölümden bahsedilmesinden korkar. Aslında bu korkunun esas kaynağı, ölümle yüzleşme kaygısıdır. Hâlbuki ölümü doğru okuyabilirsek, onu anlayabilirsek, onun hiç de korkulacak bir şey olmadığını görürüz. Yaşamı gereğinden fazla ciddiye aldığımızda, yani yaşamda esas ciddiye alınacak şeyleri gözden kaçırıp basit şeylere bağlandığımızda, yaşamdan ayrılma korkusunun da bizi esir almasına davetiye çıkarmış oluruz. Oysa gün’ü yaşamayı öğrenebilirsek, yani her günü bize bahşedilen özel bir armağan olarak kabul edip hakkını vererek yaşayabilirsek, ölümün aslında hiç de korkulacak bir şey olmayıp, aksine sevilmesi gereken bir dönüşüm olduğunu görürüz.

“Beşiği olanın mezarı da olur” derler. Dolayısıyla madem ki doğmuşuz, elbette öleceğiz. Bunu biliyoruz. Ama gelin görün ki ölümü bir türlü kendimize yakıştıramıyor, ölüm gerçeğini kendi açımızdan bir türlü düşünemiyoruz. Sadece zamansız karşılaştığımız kimi ölümlerde -özellikle de akranlarımızın ölümünde- kısa bir süre için ölümlü olduğumuzu hatırlıyoruz. Ancak bu durum da çok sürmüyor, hayata yine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bir yönüyle doğru olan da budur. Fakat doğru olmayan bir diğer yön de vardır ki, o da bu dünyada fani olduğumuz gerçeğini unutup, türlü entrikalar çevirmek suretiyle mal-mülk peşinde koşmamız, makam-mevki için el etek öpüp, o makamlara ulaşınca da el etek öptürerek ömür tüketmemizdir. Oysa Atiye Keskin’in anlatımıyla

“amirinin suçuna ‘rahatımdan olurum’ kaygısıyla katılan memurlar bir eşeğin çektiği deve katarlarına benzerler.”

Hâlbuki yaşam bu tür küçük hesaplar için çok kısa; ömür sermayesi bu tür ucuz yatırımlara heba edilmeyecek kadar değerlidir. Bu yüzden maalesef birçok insan “var olmuş” tur, ancak gerçek anlamıyla hiç yaşamamıştır. Yaşam’ı hep ileride aradığı, hayatı sürekli ertelediği için, her gününü “şunu yapacağım”, “bunu yapacağım” türü içi boş hayallerle doldurup gerçekte hiçbir şey yapamadığı için tüketmiş ve böylece yaşamın içerisinde iken yaşamayı unutmuştur.

Bu düşünce, hayatımın erken evrelerinde de zihnimi oldukça meşgul ederdi. Bu sebepten olsa gerek çocukluğumda yaşlıların yaşamı nasıl anlamlandırdıklarını merak edip, onlara: “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” diye sorardım. Aldığım cevaplar hep aynıydı. “Sanki yaşama dün gibi başlamışım” Ama bu cevapları doğru bulamıyordum. Zira yaşam bu kadar basit olamazdı. Basit olduğu düşünülüyorsa -ki herkes aynı şeyi söylüyordu- o zaman insanların yaşama bakışlarında, yaşama ilişkin algılarında bir sıkıntı olsa gerekti.

Onlar yaşadıklarını zannediyorlardı, ancak gerçekte hiç yaşamamışlardı. Akıp giden bir ırmağın içerisinde sudan habersiz yaşamak... Bu yüzden daha çocuk denebilecek bir yaşta onlar gibi olmamaya ve bu sayede onların yaşına gelince de onlar gibi düşünmemeye karar verdim. Bütün ömrüm bunun çabası içerisinde geçti. Ne kadar başarılı olabildiğim tartışılabilir, ancak onlar gibi yaşamadığım için olsa gerek, onlar gibi de düşünmedim. Her an’ı değerli bildim ve kaçırılan hiçbir an’ın bir daha geri gelmeyeceğini düşünerek an’ları kaliteli kılmaya gayret ettim. Umarım başarılı olabilmişimdir.

Bana yaşımı soranlara 58 yaşında olduğumu ancak (her anı değerli kılmaya çalıştığım için) 158 yıl (çokluktan kinaye) yaşamış gibi olduğumu söylüyorum. Zira hayatı dolu yaşamanın çabası dahi, hayatı bereketlendirmeye yetiyor. İnsanların hayatlarına dokunmak, dertlerine derman olmak, hiç değilse kendilerini iyi hissettirmek... Böylece her güne kalıcı bir iz bırakmak, her günü özel kılmaya çalışmak... Yapılabilecek o kadar çok şey var ki...

Ünlü psikiyatr ve düşünürler Elisabeth Kübler ve Ross David Kessler “Yaşam Dersleri” adlı eserlerinde:

“Yaşamda öğrenilecek o kadar çok ders var ki, bunların tümünü tek bir ömürde iyice öğrenmek olanaksız. Ancak, ne kadar çok dersi öğrenirsek, bitirdiğimiz işler de o kadar çok olacaktır ve ne kadar dolu dolu yaşarsak, yaşamı da gerçekten yaşamış oluruz. Ne zaman ölürsek ölelim ‘Tanrım yaşadım’ diyebiliriz.” diyorlar.

Bu uzmanların belki bir varsayım, bir düşünce temelinde ortaya attıkları bu tezi, ben bizzat tatbik edip yaşayarak deneyimledim ve doğruluğunu da kişisel tecrübelerimle bizzat ispatladım, diyebilirim.

Bu sebepten olsa gerek, yaşını başını almış olduğu hâlde hâlen dünya malı, makam-mevki peşinde hırsla koşup alçalanları gördükçe, bir yandan onların bilmediği bir şeyin farkındaymışçasına acı acı tebessüm ederken, diğer yandan içimde bir üzüntü duyuyorum. Çünkü onlara gerçekten de acıyorum. Çalışmak elbette ayıp değildir, ancak helale haram katıp daha çok kazanma (!) peşinde koşmak... Ne hazin bir ticaret, ne kötü bir hesap ve ne acınası bir tablo!

Ya Rab, bir gün mutlaka bizleri bulacak olan o ölüme hazırlıksız yakalanmaktan ve senin huzuruna başımızı öne eğdirecek bir yaşantıyla çıkmaktan bizleri koru!