“Zaman, kimse arasında ayrımcılık yapmayan bir işverendir. Yeni bir güne başlarken herkes aynı sayıda saat ve dakikalara sahiptir. Örneğin zenginler parayla daha fazla saat satın alamazlar. Aynı şekilde bilim adamları yeni dakikalar icat edemez. Ya da yarın kullanmak üzere bugünün zamanını biriktiremezsiniz. Ancak yine de zaman son derece adil ve bağışlayıcıdır. Geçmişte vaktinizi ne kadar boşa harcarsanız harcayın, hala koca bir “yarın”a sahipsinizdir.” (Denis Waitely)

Bir sabah bilgisayarımı açmış çalışıyordum. Derken, ekranda şöyle bir mesaj belirdi: “Piliniz azalıyor”...Bu ifade beni derinden etkiledi. Üzerinde uzun uzun düşündüm. Bilgisayar programcısının bu ifadeyi gerçek manasıyla yazdığının farkındaydım elbette. Aslında sistem, pil (batarya) belli bir doluluk seviyesinin altına düşünce kullanıcı çalışmasının yarım kalmaması için basit bir uyarı yapıyordu. Ancak bu ifade bende farklı bir etki bıraktı. Gerçekten de her geçen gün “pilimiz” azalıyor. Doğduğumuz an baş aşağı çevrilen kum saatimiz yukarıdan aşağıya kum akıtmaya devam ediyor. Acımasızca diyemeyeceğim, çünkü onun görevi yukarıdaki kumun aşağıya akmasını sağlamak. Bu işi bilinçli de yapmıyor üstelik, varlık sebebi o. Ama eylemi yine de bize acımasızca geliyor, öyle değil mi?

Yaşam pilinin azalmamasını sağlamak mümkün değil. Ancak pili, yani yaşamı verimli kullanabiliriz. “An”ı, yani en kısa zaman dilimini kaliteli kılarsak yaşam da kaliteli olur. Mâlumdur ki yaşam, an’ların bileşkesidir. Dolayısıyla yüce Allah tarafından bize bahşedilen yaşamı yaratılış amacımız doğrultusunda kullanırsak, belki “pil”imizin ömrünü yani yaşamımızı uzatmış olmayız ama, ömrümüz bu sayede daha kaliteli olur. Kaliteli geçen bir yaşamın sonunda ise hayıflanma olmaz.An”ı, hakkını vererek yaşamak büyük bir mücadele gerektirse de bilinçli yürütülen bu büyük mücadelenin, bu büyük gayretin sonucunun aynı şekilde büyük olmasını ümit edebiliriz. Böyle bir gayret neticesinde alınacak en önemli sonuç evvela manevi huzurdur. Bu ise çok büyük bir kazanımdır. Zira maddi karşılıkların etkisi belli bir süre sonra kaybolup giderken, manevi karşılıkların tesiri-etkisi bir ömür boyu sürer.

Birçok insan var olmuştur ancak gerçek anlamda yaşamamıştır. Zira “yaşamak” nefes alıp vermek; yiyip içmek değildir. Yaşamak, varlığıyla olumlu fark yaratmak demektir.

Peygamber efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

"İki nimet vardır ki, insanların birçoğu onda aldanmıştır: sıhhat (sağlık) ve boş vakit."

Sevgili peygamberimizin bu uyarısını dikkate alıp hayatımıza tatbik edersek, yol biterken “Eyvah!” demekten kurtulabiliriz.

Einstein'a "İzafiyet teorisini kısaca nasıl anlatır mısınız?" diye sorduklarında;

"Elinizi bir dakikalığına sıcak bir fırının içine sokun, sanki bir saatmiş gibi gelir. Güzel bir kızla bir saat kadar zaman geçirin, bir dakikaymış gibi gelir.” diye cevap verdiği söylenir.

Dikkat edilirse burada “geçen zaman” süre olarak aynıdır, ancak “hissedilen zaman” aynı değildir. Türkçe’de “Allah uzun ömürler versin”; Kürtçe’de “Bin yıl ömürlü ol”; Arapça’da “Allah ömrünü uzatsın” şeklinde dualar var. Madem ki ecelin değişmediğine dair inancımız var, o zaman bu duaların anlamı nedir? Kanaatime göre bu dualar, yukarıda anlattığımız çerçevede “Ömrün verimli ve bereketli geçsin” anlamındadır. Uzun lafın kısası, hayatımızı uzatmak belki elimizde değil, ancak hayatımızı kaliteli yaşamak ve sürdürmek elimizde olan bir durum.

Klasik müziğin dâhilerinden birisi olarak kabul edilen Beethoven öldüğünde sadece ellibeş yaşındaydı Buna rağmen, ölümünün üzerinden 200 yıl geçmesine rağmen hala hatırlanıyor ve kendisine büyük bir saygı duyuluyor. Beethoven’a ortalama insan yaşamının üzerinde bir yaşam süresi verilmemişti. Hatta ortalama bir insan yaşamı dikkate alındığında daha az bile yaşadığı söylenebilir. Ona itibarını, değerini, ününü kazandıran yaşamının uzunluğu değil, fakat her an’ını değerli kılan gayretli çalışmalarıydı. Mozart’ın ise sadece 35 yaşında öldüğünü söylersek sanırız mesele daha net anlaşılır.

Buna karşın zamanını boş geçiren kişilere ne yaptıklarını sorduğunuzda bazısı şöyle cevap verir: “Eh, işte zaman öldürüyorum!” Aslında zamanı öldürmek bir nevi yaşamamaktır. Örneğin faydası olmayan bir film veya diziyi, sırf zaman öldürmek için izleyince o an yaşadığınızı zannediyorsunuz, ancak sadece yaşamı seyrediyorsunuz, yani yaşamıyorsunuz.

Bir doktor, karşısındaki kişilere ölümcül bir hastalıkları olduğunu söylediğinde, bu kişiler birdenbire yeterince zamanları kalmadığı korkusuna kapılırlar; sanki öncesinde yaşama garantileri varmış gibi... Oysa yaşam başta da belirttiğimiz gibi her an tükenmekte olan bir pile benzer, tek farkı sistemin her zaman uyarı vermiyor oluşudur. Dolayısıyla öyle bir yaşam sürmeliyiz ki -Allah korusun- bize böyle bir haber geldiğinde dahi yıkılmayalım.

Bununla birlikte insanların çoğu, fıtratları gereği ne zaman gelirse gelsin ölümü zamansız kabul ederler.  Yüce Allah bu durumu bir ayette şöyle ifade ediyor:

"Herhangi birinize ölüm gelip de, 'Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!' demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin!" (Münafikun suresi 10. Ayet)

Öyleyse bilinmelidir ki zamansız ölüm yoktur, ya boşa harcanmış ya da hayra sarf edilmiş bir “hayat” vardır. Ölüme gelince, onu kötü görürsek kötü olur. Ancak Allah’ın takdiri olarak görürsek, ne kadar acı olur ise olsun, isyan etmez, takdire boyun eğeriz.

Pilimiz azalıyor! Rabbim kapanışı iman üzerine nasip etsin!


Birçok kişi “yaratmak” fiilinin yüce Allah’a has olduğunu ve bu sebeple insanlara atfen kullanılmaması gerektiğini söyler. Ancak bu kelimeyi insana atfen kullandığımızda, üretmek gibi manaları kast ederiz. “Hayat vermek” manasını değil.