Ruhumuzun sığdığı bir bedenimiz var, aklımızın ise kocaman bir dünya, hepimiz anın kıymetini bilememekte...Bilmemekte ısrarcıyız, varlığımızın kaostan ibaret olduğunu düşünmek delilik sayılmadığında ruhumuz huzuru kovalıyor olacak, standartlara göre bir yaşam sürmenin hepimiz için acınası yanları elbette vardır. Fakat farkında olamamanın zamanı yitirdiğini söylemem gerek! Düşünün zihniniz California’da kalmış bir çocuğu özlerse sizler sahra çölü olmakta ısrarcı olursunuz, tam da bu kadar fark var arasında çünkü hiçbir kimse, çocuk kalamayacaktır. Zaman akışının içerisinde yaşamaya devam ediyorken. Bireysel olarak farkındalığın kitle olarak bize katacağı artıları Everest’e sığdıramam, güzel bir hikaye anlatılıyorken onun geçmişten ibaret olduğunu, anlatanın şimdiyi yaşadığını unutarak yol yürünmez. Sonuçlara göre şekillenen bir hareket vurgusuna sahipken anı yaşayamamanın acısını hissedemeyiz, büyük sorunlarımız var, kafamızdaki hayatla yaşadığımız hayatın uyuşmaması gibi. Fransız yönetmen; Jean-Pierre Jeunet'in 23 kasım 2001 de vizyona aldığı Amelie filminde şöyle bir diyalog var; Aa evet, evet bu sözcüğü seviyorum; başarısız. İnsanın kaderi hep böyledir. Başarısızlıktan, başarısızlığa giden basit birer taslaktan öteye gidemezsin.*Hayat asla sahnelenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibaret...Başardık, şimdiye sahip olmak bu kadar kıymetli,küçük sıkıntılar çekeceğiz diye kocaman bir şimdiyi hiç etme lüksüne ulaşma cürreti göstermekte ne? Hepimizin bir zaman skalası var. Yarına ertelenmiş olmakla birlikte, kendimizi şimdide özgür hissettirecek bir şeylere ihtiyacımız yok, şimdide olan kendimize ihtiyacımız var. Ne istediğini bilmek, bulunduğu konuma göre değer biçilmek olmaktan öteye gidemedi. Kısırlaştırılmış farkındalık standartını yerle bir etmenin vakti şimdi!

Geçmişten gelen toprak kokusu gibi aslını yaşatarak şimdiyi yaşamak savaşı.

Eskiden daha iyiydi; cümlesindeki uçsuz bucaksız özlemi, monotonluğu ve çabasızlığı görmüyor musunuz? Daha iyisi olması için çabalamamanın yanında, halinden memnun olma durumu beni korkutuyor, üzüyor.

Denklem çok basit:

Bize geçmişimizde lütfedilen anıları yeni anılarla doldurmadığımız için takılıp kalıyoruz, mutluluk katanları da üzenleri de unutmuyoruz ama işte böyle bir yalnızlık yakamızı bırakmıyor. Hepimizin elinde elektronik kelepçeler var. Yüzlerini özlediğimiz insanlara başımızı kaldırıp bakmak yerine sosyal medya hesaplarından takip ediyoruz. Yaşamaya çalıştığımız anı varsayarsak; bizler geçmişi yok etmek isteyen çılgın bir zaman makinesi yaratmış, yeni gönderiler paylaşmak derdinde olan insancıklarız. Zaman adlı çizginin X noktasında kalmayalım tecrübeyle sabit olacak şimdilerimiz olsun.

Zamanı yönetmek gibi bir kaygısı olanlara sözüm yok, kaygılanmak bir nev-i şimdiyi yaşatır. Üzerimizde var olan boş vermişliği neye borçluyuz acaba? Bir gün öleceğiz gerçeği var(sa)ken; neden geçmişteyiz? Geleceğin nesilleri olarak bahsedilen bir kitle içerisinde olup nasıl bu kadar ölü toprağa sahip olabiliyoruz? Beklentilerim çok düşük, hareket bilinç ve farkındalık. Çorap söküğü kadar küçük, her nedense bir o kadar da canımızı sıkmıyor. Gerçekten zamanı ŞİMDİ değilse ne zaman?