Hollywood’un müptelası haline gelen sinema sektörü, senaryoyu ve kurguyu süper kahramanların sahte gölgesinden kurtaramıyor.

 

Seri halde devam filmi çekilen bu süper kahraman filmleri, hayatın gerçekliğine dokunmadan, insanların zihninin arka planına sahte bir güç ve kurtarıcı imajını aralıksız işlemeye devam ediyor.

 

Hayata dokunan, hayatın gerçekliği üzerinden kurgulanan filmler ise bu sahte kahraman filmlerinin baskın etkisine direnemeden ve izleyici tarafından fark edilmeden kaybolup unutuluyor.

 

Hayatın gerçekliği ile sinemanın güçlü bağı gittikçe zayıflıyor ve izleyici adrenalin salgılatmayan filmlerden giderek uzaklaşıyor. Hayatın gerçekliği, bu etki karşısında renksiz bir romantizme dönüşüyor ve sinema sadece heyecan arayanların uğrak yeri haline geliyor.

 

Kuramdan tekniğe ciddi bir ilerleme kaydeden sinema, günümüzde dijital tekniklerin perdeye yansıyan kurgusal oyununa dönüşmüş durumda. Sinema, gerçekliği algılama, anlama ve anlamlandırma konusunda insanlık için müstesna bir yere sahip.

 

Edebi metinlerden yararlanarak gerçeklik algısı ve gerçeklik bilinci oluşturma hususunda sanatsal gelişim açısından önemli gelişme kaydeden sinema, giderek kendini dönüştürüp geliştirmiş, fakat bu gelişim ve dönüşüm belirli karakteristik özellikleri muhafaza etmekle birlikte, toplumun aynası olma görevinden de uzaklaşmasına sebep olmuştur.

 

Teknolojik bir icat olan sinema, dijital çağda elindeki malzemeyi kullanma konusunda veya yeni malzeme bulma hususunda yetersiz bir konuma düşmüştür. Zira gelişen teknoloji ve dijital araç ve yöntemler, gerçeklik algısının dijital kurgular üzerinden anlamlandırılmasına yol açmakta, toplumsal gerçeklik ötelenmektedir.

 

Bu durum, etkileyici ve hayata dokunan yanları kuvvetli bir tecrübeyi perdeye aktarma konusunda imkânsızlığa düşen sinemanın bir nevi stepnesi gibi görev yapmaktadır.

 

Klasik ve modern sinema teknik düzey olarak da içerik ve içtenlik olarak da farklılaşmıştır. Toplumun sosyolojik, psikolojik, etik vs. etkenleri değiştikçe sinema da bundan etkileniştir, fakat bu bahis üzere olan etkinin müsebbiplerinden biri de sinemanın kendisidir. Etkileşim karşılıklıdır ve kaçınılmazdır.

 

Burada bizi ilgilendiren asıl konu, sinemanın sanatsal yetkinliğinden vazgeçmeden, elde ettiği tecrübeyle özellikle toplumun özüne nüfuz eden edebi eserleri daha çok yörüngesine alması ve eskiden beri sürdürdüğü bu özelliğini eskisi kadar devam ettirmesidir.

 

Sinemaya uyarlanan sayısız özgün edebi ürün, beyaz perde ile buluştuktan sonra daha bir önem kazanmıştır. Her ne kadar bugün, bu özgün edebi ürünler gittikçe azalmış olsa da, halen var olan örnekler umudumuzu korumamızın da vesileleridir.

 

Biz sinemayı politik çıkarların, çekişmelerin ortasında, bu hengâmenin reklamını yapan, bu çatışmaların tarafı olarak algı operasyonlarına katılan bir sanatsal alan olarak görmek istemiyoruz.

 

Sanatın tüm alanları, hakikatin ve toplumsal dinamizmin tabi yolu olarak bize açılan bir veçhedir. Hakikat kimsenin tekelinde olamayacağı gibi hakikatin sesi olmaya çalışan sanat da kimsenin tekelinde olamaz. Ki sinema bu durumdan vareste değildir.

 

Sanatta olduğu gibi sinema da tefekkürün kalelerinden biridir. Sinemada da sanatta ki gibi özgünlük önemli bir ölçüttür. Hayal perdesinde kalan bulanık bir görüntü olmaktan çok kendine dönüşün, kendinden olanın ara duraklar halinde filmlerle perdeye aktarımıdır sinema. Düşüncenin yaşadığı büyük kriz, günümüzde bize ait olanı daha değerli kılmıştır.

 

Gittikçe sığlaşan sanat, derinliğini aramaya devam ederken edebiyatla göz temasını koparmamalı ve ‘hiç’ten ‘iç’e doğru seyrini bırakmamalıdır.