“Yıllarca bürokraside çalıştım, bu kadar kirli muhabbetleri ne yazık ki Van’da gördüm. Üzgünüm bunu paylaştığım için, ama bırakın bu şehri seven, ülkesine hizmet etmek isteyenler işini yapsın.”

Bu sitem ifadesi, benim de kendisini sosyal medyadan tanıdığım/takip ettiğim Şehnaz Nigar Çelik adında bir akademisyene ait. Yeni değil, aslına bakarsanız çok uzunca bir süre önce twitter’da denk gelmiştim yukarıda paylaştığım sitemine.

Şehnaz hocanın eşi şu anda Van’daki en önemli sağlık üslerinden birisinin yöneticiliğini yapıyor. Belli ki onlar da çok yıpranmışlar! Belli ki her Vanlı’nın maruz kaldığı ‘adam harcama’ işinden onlar da nasiplenmişler. Haliyle isyan edecek noktaya gelmiş.

Haksız da değil hani. Üstelik onlara özgü bir durum değil. Bu zamana kadar Van’da taş üstüne taş koymaya çalışan bir çok insanın ağzından duyabileceğiniz bir tespit aslında... Çünkü bir kuşak öncesi neslin ‘rüya’ gibi bir şehir olarak anlattığı, anlata anlata bitiremediği, bir ‘nezaket’, bir ‘hoşgörü’, bir ‘medeniyet’ şehri olarak destanlaştırdığı Van’ı biz çok ‘kirlettik’.

Nasıl kirlettik biliyor musunuz?

Mehmet Akif’in, “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme” diyerek anlam yüklediği toprağımızı kirlettik.

Ekmedik, biçmedik, sahip çıkmadık. Yetmedi. Üstüne tükürdük. Araçla geçerken çöpümüzü yola attık. Varlığı ile övünüp adımızı verdiğimiz gölümüze hiç bıkmadan her gün tonlarca çöp döktük, atık döktük.

“Tükürmekten, çöp atmakla ne alakası var?” demeyin, kirlilik yola tükürmekle, etrafımızı kirletmekle başladı. Önce toprağı kirlettik, sonra vicdanlarımızı.

***

Özellikle de sosyal medyanın iyice ‘güç’ kazanmasından bu yanadır hepimiz fazlaca ‘Van sevdalılığı’ yapıyoruz. Hepimiz Van’ın geleceği üzerine yazıyor, çiziyor, mangalda kül bırakmıyoruz! Da...

Şu rüya ülkesine dönüştürdüğümüz Van için ne yapıyoruz, mesela söyler misiniz acaba?

Çevre Yolu’nun bitmemesinden, Kent Meydanı’nın yapılmamasından, Van’a yeni bir stadyum yapılmamasından, Van Gölü’nün hızlıca kirlenmesinden ve daha bir çok konudan yana dert yanıp sitem üstüne sitem sıralıyoruz.

Ama bir şeyi atlıyoruz. Biz bir şeyleri kirletirken, bazı şeyleri de hızlıca yok ettik.

Mesela... Tüm bu işlerin yapılmasını sağlayacak insan kaynağımızı tükettik. Kentte güzel şeyler yapılabileceği yönündeki inancı yok ettik. Yıllarca birilerinin gelip bize bir ‘lütuf’ göstermesini merkeze alan bir anlayış tesis edip kendi kendimize ‘yetebileceğimiz’ ile ilgili tüm özgüvenimizi kaybettik.

***

Oysa ben rahmetli Çetin Altan’ın her yazısında “Enseyi karartmayın” diyerek umut verdiği kesimlerin taşıdığı umudu taşımak isteyenlerdenim.

Hala bu kentin geleceğini kurtarma noktasında bir ‘umudumuz’ olduğuna inanmak istiyorum.

Nasıl bir umut biliyor musunuz?

Tam da Grigory S. Petrov'un Finlandiya’nın kuruluşunu ve bataklıklar ülkesinden nasıl beyaz zambaklar ülkesine dönüştüğünü anlattığı kitapta çerçevelendiği bir ‘umut’tan söz ediyorum. Hep birilerinin ‘eline’ bakan bir ülke iken, Finlandiya’ya bir toplumsal dayanışma, uyanış gösterilmesini sağlayan nadide bir kitap olan ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’ şu sıralar bizim için biçilmiş bir kaftan. Tam bir el kitabı, yol haritası diyebileceğimiz cinsten. Snelman adlı memleket sevdalısının toplumun bütün kesimlerine seslendiği... Asker, öğretmen, mühendis demeden harekete geçirmesini öğütlediği bir kitap. Atatürk de kitabın ısrarla okulların müfredatına konulmasını istediği bir eser aynı zamanda.

***

Snelman öğretmenlere diyor ki: “Öğretmenler arasında bu mesleğe layık olmayan, öğretmen ruhundan yoksun insanlar bulunduğunu biliyorum! Her türlü işi yapın, ama canlı bir ruha ve derin bir bilgiye sahip insanların bulunması gereken yerleri işgal etmeyin!”

Her kesime seslenen Snelman’ın öğretmenlere yönelik bu cümlesi aslında işin temelini oluşturuyor.

Biz de çokça basitleştiren “Eğitim şart” ifadesini tam tepeye çıkarıyor. Sonra da geriye kalanları tamamlıyor.

Sonra akademisyenlere sesleniyor, sonra din adamlarına, sonra da halkı, köylülere...

Kısacası işinin hakkını vermeyip umudunu yitiren, umudunu sadece bir kurtarıcı bekleyenlere, bunu yaparken de kendisinden umudunu yitirenlere...

Herkese sesleniyor. “Uyanın” diyor. “Değiştirelim” diyor. “Üretelim, çalışalım, çok okuyup, çok okutalım” diyor.

Bir karıncanın mücadelesi gibi başlayan umudu bıkmadan, usanmadan dile getiriyor. Anlatıyor, anlattırıyor.  Çok uzatmayayım. Bir vatandaşın mücadelesi karşılık buluyor.

O ülke ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’ne dönüşüyor.  Ve bugün dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip, bilim üreten, kişi başına geliri en yüksek ülkelerden birisi olan, huzuru bol bir ülkelerinden birisi oluveriyor.

***

Şimdi bize geri dönelim. Bizde durum nedir?

Öğretmenler ‘öğretmek’ işini en az önemliler listesinde bulunduruyor. Topluma dokunmak, geleceği şekillendirmek noktasında akim bir tavır içerisinde. Kentin geleceğine bir kelime bile öğretmenin hayati olduğu süreçte, ‘bazı’ öğretmenler bunu yapmak yerine twitter’da ‘bir kaç kelime’ ile sağa sola sataşmaktan başka bir şey yapmıyor. Din adamları emirlerini ‘öğütlediği’ dini ibareleri ezbere okumaktan başka bir  şey yapmıyor. Ruh katmıyor hutbesine örneği. Ya da hutbeyi okumaktan ve sadece namaz kıldırmaktan başka bir şey yapmıyor.  Oysa ne diyordu Snelman din adamlarına: “Yaşlı, çocuk, genç, yetişkin herkeste canlı bir ruhun uyanmasını sağlayın.” Toplumun değişim ve dönüşümünde hiç bir şekilde sürece dahil olmuyor. ‘Titri’ yükseltmek için Van’a gelen akademisyenler bir çoklarının eleştirdiği gibi ‘fil dişi kuleler’de takılıyor. Çok azı kent ile haşır neşir oluyor. Geriye kalanlar kente dair tüm konularda müstehzi bir tavır sergiliyor. Hakir gördüğü kente, heybesinde biriktirdiklerinden hiç bir şek katmıyor.

***

Anne, babalar çocukları başlarından savıyor. Marx’ın deyişiyle ‘ürüne yabancılaşan’ köylü, zaten çok da kalmak istemediği köyünden kaçmayı tercih ediyor. Onlar ürüne yabancılaştı, bizler birbirimize, ailemize, eşimize dostumuza... Yerel yönetimlerde ‘kavga’, ‘muzlim’ bir süreç ve ‘med-cezir’ler hakim. STK’larımız, derneklerimiz, temsilcilerimiz ise daha çok ‘birbirlerini yemek’ ile zaman harcıyor. Ara sıra da dönüp bir türlü bitmeyen çalışmalardan dolayı birbirlerini suçluyor. Sonra tekrar mahalle kavgasına geri dönüyor. Toplum da tüm bu gerginlik, kavga, gürültünün de etkisiyle ‘vurun abalıya’ mantığı ile elde, avuçta iş yapan, bu anlamda bir gayret veren insanları taşlıyor. Ya da birilerinin hedef göstermesiyle hep birlikte ‘istemezük’ deyip Van’ın evlatlarının gidişine ön ayak olunuyor, arkasından ‘teneke’ çalınıyor.  Sonra dönüp bir sonraki ‘Vanlı’, ‘Van sevdalısı’ kim ise onu ‘indirmek’ üzere yeni bir ‘cendere’ hazırlığı içine girişiveriyor.

***

Haliyle olmuyor. Hala içinde bulunduğumuz hal: “Homo homini lupus!” Thomas Hobes’in dediği gibi “İnsan insanın kurdudur.”

Buralarda ise şöyle bir deyiş kullanılır. “Kurmê darê ne ji darê be dar kurmî nabe.” Diyoruz. Yani: “Ağacı kemiren kurt ağaçtan olmasa, ağaç kurtlanmaz.”

Dezavantajlı bir bölgede, yıllarca acıdan, gözyaşından başka bir şey görmeyen şu topraklarda hala birbirimiz ile uğraşıyorsak sebebi sadece budur:

Biz kendi kendimizin kurduyuz!

Uzun süredir de bu alışkanlık ile devam ediyoruz. Komşumuzun tavuğunun bizim tavuğumuzdan büyük olmasına haset ediyoruz. “Onda büyük tavuk var, benim de ise bereketli bir bostanım var” demek yerine onun tavuğunun kafasını kesme planı yapıyoruz.

Birisi bu kent için ‘iyi’ işler yapıyorsa, hemen bu işin arkasında bir ‘maraz’ arayıp “Sen misin bize iyilik yapan” dercesine adamı dövmeye başlıyoruz.

Ve bu durum, bu ruh hali tedricen sürüyor!

Yeni nesli daha memnuniyetsiz, daha tahammülsüz yetiştiriyoruz. Oysa ki olması gereken bu değil. Gelecek gençlerde, gelecek dinamik kadrolarda. Geleceğimiz bu kentin hala Beyaz Zambaklar Ülkesi olabileceği inancını taşıyan ‘yönetici’, ‘idareci’, ‘siyasetçi’ kesimlerde.

***

Bize düşen, hala umut taşıyan isimlere düşen birbirimizin kurdu olmak değil.

Hala bizim derdimiz ile dertlenen, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar olan yönetici, idareci, siyasetçimize sahip çıkmaktır. Bunun yolu da ‘adam harcamak’ değildir. Madem onunla başladık, sonucu da Şehnaz hocanın tespiti ve mevcut duruma dair önermesiyle bitirelim:

“Van’da bürokraside, sivil toplumda, hatta siyasette yaşanan bu kaotik durumun nedenini şuna bağlıyorum: Statükocu X kuşağı yöneticileri ile yenilikçi Y kuşağı yöneticileri arasında yaşanan gerilim. X kuşağı artık Y kuşağına görevlerini devretmeli, devretmeli ki Z kuşağının önü açılsın!”

Efendiler! Van’ın umut veren kuşağını harcamayın, Van’ın kurdu olmayın. Bırakın da gelecek kuşağa bir ‘Beyaz Zambaklar’ şehri bırakalım...