Günah, Allah Teâlâ’nın razı olmadığı fiil ve hareketlerdir. Mikroplardan kaçtığımız gibi, günahlardan kaçmalıyız. Hıristiyan, Yahudi, Mecusî hatta ateist bir doktor herhangi birimize, “Şu yiyecek veya içecek sana zararlıdır, alma,” derse tereddüt etmeden onu dinler tavsiyelerini uygulamaya çalışırız. Bunun yanında yüz binlerce peygamberin ittifakla bizlere yasaklamış oldukları fiil ve hareketleri işlemekten çekinmeyiz.

Hz. Ömer, Irak cephesi komutanı Sa’d bin Ebi Vakkas’a şu talimatı verdi: “Sana ve askerlerine her hâlükârda takvayı tavsiye ediyorum. Takva en iyi hazırlık ve en iyi taktiktir. Sizlere düşmanlarınıza karşı günahlarınızdan sakınmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü ordunun günaha bulaşması düşmandan daha tehlikelidir. Müslümanlar, düşmanlarının günahlarının varlığından dolayı zafer elde ederler. Bizi onlardan ayıran özellik budur. Bu olmasaydı onlardan bir farkımız olmazdı. Biz ne sayı ne de hazırlık yönünde onlar gibiyiz. Günahlarda da onlar gibi olursak, onlar sayıda bize üstünlük sağlayacaklardır. Faziletle onlara üstünlük sağlamazsak diğer şeylerle onları yenmemiz imkânsızdır. Üzerinizde melekler var. Onlardan hayâ edin. Özellikle de cihat esnasında günah işlemekten sakınınız. “Düşmanlarımız bizden daha kötüdür. Onun için onları yeneriz” vehmine kapılmayın.”

Günümüzde sadece bir saatte işlenen günahlar, geçmiş milletlerin bir asırda yaptığı günahların tamamından fazladır. Ad, Semud, Nuh kavimlerinin işlediği günah belki günümüzde tek bir saatte gerçekleştirilmektedir. Lût kavminin cürmü, hayasızlığı ile günümüz ahlâksızlığı arasında şu fark var. Geçmişte hayasızlık gizli yapılıyordu, günümüzde âşikâr yapılmaktadır. Geçmişte günahlar bireyseldi, yasal desteği yoktu, günümüzde ise kollektiftir, yasaların desteği ve kontrolünde yapılmaktadır.

Günah işlemeden şunları göz önünde bulundurmalıyız. Güneşin önünde beş dakika bekleyemediğimiz hâlde, yüzlerin etini dökecek, beyinleri kaynatacak cehennem ateşine nasıl tahammül ederiz? Bu dünyada komşularımızın, arkadaşlarımızın sahip oldukları araba, iş, ev ve benzeri kazanımlardan mahrum kalmamıza ne kadar üzüldüğümüzü düşünelim. Ahirette düşmanlarımızın ve sevmediklerimizin sahip olacağı nimetlerden neden biz mahrum olalım. Onlar, nimetlere gark olurken bizim düşeceğimiz hâlet-i ruhîyeyi şimdiden gözler önüne getirelim.

Günahın küçüğüne, büyüğüne değil; niteliğine bakmalıyız. Yaratılanın huzurunda yapmaktan çekindiğimiz kimi duruş ve davranış hatalarımızı, Rabbimizin ve meleklerinin huzurunda yapmaktan çekinmiyoruz. Günah işlediğimizde, Rabbimizin bizleri gördüğünü, meleklerin hazır olduğunu ve yaptıklarımızı kaydettiklerini, kabirdeki hâlimizi, meleklerin sorularına ne cevap vereceğimizi –asla- unutmayalım.

Günahların en büyük zararı, kalbi işlevsiz hâle sokmasıdır. Bundan daha büyüğü de, kişinin kalbinin öldüğünden habersiz kalmasıdır. İnsan, bazen günah sarhoşluğuyla günah işlediğinin farkına varmaz, günah ile hayrı bir görür; günahlardan haz almaya çalışır. Resûl-i Ekrem şöyle buyurur: “Kul bir günah işlediği zaman, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Bundan vazgeçip tövbe ve istiğfar ettiği zaman kalbi parlar. Günahtan dönmez ve devam ettirirse siyah nokta artırılır ve sonunda tüm kalbini kaplar.” Günahlar, kalbi öldürür, dünya ve ahirette yüzü karatır, yüzüstü süründürür. Kur’an şöyle buyurur: “O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara, ‘İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın’ denilir.”

Salih kavmi çığlıkla, Lût kavmi başlarına taş yağarak, Şuayb kavmi üzerlerine ateş yağarak, Firavun kavmi denizde boğularak günahlarıyla helâk oldular.

O hâlde; Allah’ın bizlere lütfettiği ilim ve hidâyeti, günahlarla söndürmeyelim. İbn Mesut şöyle der: “Mü’min, günahları dağ gibi ağır görür; her an onun altında ezilmekten sakınır, günahkâr ise günahları burnuna konan sinek kadar hafif görür. Her günah, kalbe saplanmış bir oktur, hançerdir; açtığı yara ölümcüldür ya da tedavisi mümkün olmayacak kadar ağırdır. Günah işlemekle manevî bir yangın içine saplanırız; tövbe ve istiğfar ederek yangını söndürmeye çalışalım. Ebu Musa el-Eş’ari, azaptan korunmamızı sağlayan şu iki sigortanın olduğunu söyler: a) Hz. Peygamber’in varlığı, b) İstiğfar. Resûl-i Ekrem’in vefatı sonrası, sadece istiğfar imkânımızın kaldığını; onu da terk ettiğimiz takdirde helâk olacağımızı söyler.

Cenabı Allah kalplerimizi katılaşmaktan korusun, günah ve isyandan korusun. (Âmin).

(Merhum Abdulcelil Candan’ın İlmi Hutbelerle Minberin Gücü adlı kitabından alınmıştır.)

DİPNOTLAR

Tirmizi,Tefsir, 83.
2 Âl-i İmrân, 3/106.

HADİSLERİN IŞIĞINDA

EN BÜYÜK SERMAYE: İMAN

“Üç özellik vardır ki; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını alır: Allah ve Resulü’nü herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. İman ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi kötü ve tehlikeli görmek.” (Buhari, İman, 9)

1877 yılında Kayseri’nin Talas ilçesinde dünyaya gelen Dyamandi daha çocukluk döneminde İslam’a ait güzelliklere ilgi duyar. Bir gayri müslim olsa da hocalarında rica eder, din derslerinde sınıftan çıkmayıp İslam’a ait güzellikleri gönül kulağıyla dinler ve kendi tabiriyle daha bu dönemlerinde “yanmaya” başlar. Okuma için geldiği İstanbul’un manevi havası, tanıştığı muhterem şahsiyetler onun gönlündeki Hz. Muhammed (sav) sevgisinin daha da artmasına vesile olur.

Müslüman olan Dyamandi, bir müddet en yakınlarına bile inancını söyleyemez ancak daha fazla dayanamayıp 1942’de Müslüman olduğunu açıklar ve Yaman Dede ismini alır. Ancak onun Müslüman olması çevresinde ciddi sıkıntılar yaşamasına sebep olur. Fakat onun Allah ve Peygamber sevgisi, bütün sıkıntı ve kederlerini unutturur.

Yaman Dede’nin gönlü Allah ve Hz. Muhammed sevgisiyle yanar tutuşur. Peygamber aşkı bu ince ruhu yaktıkça yakar, erittikçe eritir. Öğrencisi Ahmet Kahraman onun bu yönünü şöyle anlatır:

“Yaman Dede 1959-1960 döneminde Farsça dersimize geliyordu. Bir gün dersler bitti, okuldan çıktık. Taksim’e doğru gidiyorum. Alman Sefareti (elçiliği) civarında birmescit var. İşte oradan yukarı doğru tek başıma gidiyorum. Bir baktım Yaman Dede, mescidin duvarına yaslanmış son nefesini verir gibi bir hali var. Halsiz, mecalsiz başı hafifçe sağ öne düşmüş, boynu bükülmüş, öyle duruyor hemen koşarak yanına gittim ve:
- Hocam, hayırdır, geçmiş olsun, neyiniz var, hasta mısınız, dedim.

Baktım Hoca ağlıyor:
- Hocam niçin ağlıyorsunuz, başınıza bir şey mi geldi, dedim.

Çok ince bir sesle:
- Hayır, yavrum hayır, dedi. Resulullah, aklıma geldiği zaman, kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor, ya bir yere dayanmam gerekiyor veya oturmam icap ediyor.”

Allah ve Peygamber aşkıyla yanan Yaman Dede, iman ettikten sonra hayatını Allah ve Peygamber aşkıyla yoğurmuş ve bu uğurda büyük mücadeleler vermiştir. Zira hayatın ve varlığın anlam kazanması imanla gerçekleşir. İnsan imanı sayesinde huzura ve ahlaki olgunluğa erişir. Ölüm korkusu, yok olma düşüncesi ve sevdiklerini kaybetme endişesinden insanı kurtaran imandır. İman hayatın tadı ve gayesidir. Peygamberimiz (sav) imanın kalpte yerleşmesini ve insan hayatını güzelleştirip şekillendirmesini şu örnekle açıklamıştır:

“Üç özellik vardır ki; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını alır: Allah ve Resulü’nü herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. İman ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi kötü ve tehlikeli görmek.” (Buhari, İman, 9)

İslam yolculuğu Allah’a samimi bir teslimiyetle başlar. İmanda ihlaslı olmak ve ihsan şuuruyla yaşamak, kişiyi Allah rızasını kazanmaya yöneltir. Allah’ın hoşnutluğu ise bütün dileklerin ve cennet yolunun zirvesidir. Sevgili Peygamberimiz (sav); “Allah’ı rab, İslam’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip onlardan razı olan kimse imanın tadını tatmıştır.” (Müslim, İman, 56) sözüyle nelere iman etmemiz gerektiğini özetlemiş, itaat ve sevgide hangi sıralamayı takip edeceğimizi hatırlatmıştır.

İmanın gerçek tadını alabilmemiz için Allah ve Resulü’nü, herkesten fazla sevmemiz gerekir. Nitekim Yüce Rabbimiz Kur’an’ı Kerim’de mü’minleri şöyle övüyor: “…İnananlar Allah’ı her şeyden daha fazla severler…” (Bakara,165) Peygamberimiz (sav) de sevgi hususunda bize şu güzel ölçüyü vermiştir: “Kişi, beni babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe iyi bir mü’min olamaz.” (Buhari, İman, 8; Müslim, İman, 70)

Peygamberimizi sevmek ve onu örnek almak, bir anlamda onun gibi eş, onun gibi baba, onun gibi komşu ve onun gibi yönetici olabilmektir. Ayrıca her zaman onu saygıyla anmak ve ismini duyduğumuzda salavat getirmek ona olan sevgimizi ifade etmek demektir. Bu nedenle bizler her türlü söz ve davranışımızda Rabbimizin ve Peygamberimizin hükmünü her şeyden üstün tutmalıyız.

Dünya ve içindeki nimetler bizim için birer emanet ve imtihan vesilesidir. Bu nedenle bizlere sunulan sayısız nimetler için Yüce Allah’a şükretmeli, onun bizden istediği ibadetleri ve diğer güzel davranışları sorumluluk bilinci içinde yerine getirmeliyiz. Onun sevgisini her şeyden üstün tutmalı, sevdiklerini sevmeli ve hoşnut olmadığı şeylerden kaçınmalıyız. Her türlü kötülük, bela ve sıkıntıdan ona sığınmalı, bize yardım etmesini ve günahlarımızı bağışlamasını dilemeliyiz. Bu inanç sayesinde hayatımız güzelleşir, imanınımız olgunlaşıp kıvama erer ve tatlılık kazanır. Böylece mutlu olur, ailenin ve toplumun huzuruna da katkı sağlamış oluruz. Nitekim Nisa suresinin 69. Ayetinde Allah’ı ve Resülü’nü severek onlara bağlanmanın bize neler kazandırdığı şöyle müjdelenir: “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, Sıddıklar, şehitler ve iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”

Allah’a ve Resülü’ne teslimiyet gösterenler imanlarından ve ibadetlerinden tat alırlar. Ancak “inandım” deyip de imanın gerekleri olan ibadet ve diğer sorumluluklarını yerine getirmeyen insanlar imanın tadını alamaz ve mutsuz olur. Zira “…iyi bilin ki kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzura kavuşur.” (Ra’d, 28)

Hayattan tat almanın ve mutlu olmanın yolu Allah’a iman etmek ve ona teslim olmaktır. İman mü’min için en büyük sermayedir. İman Allah’ın bizlere ihsan ettiği lütuf ve büyük bir nimettir. Kalpler iman nuruyla aydınlanır ve sevgi onunla anlam bulur. İmansızlık ise her türlü manevi güzellikten mahrumiyet ve en büyük felakettir. Nitekim Rabbimiz bu hususu bir ayette şöyle açıklamıştır: “…Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi; inkar, fasıklık ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte Allah’tan bir lütuf ve nimet olarak doğru yolda yürüyenler onlardır…” (Hucurat, 7)

En büyük nimet olan iman erdikten sonra küfür bataklığına saplanmak aydınlıktan sonra karanlığa düşmek gibidir. Hadiste imandan sonra küfre dönmek ateşe düşmeye benzetilmiştir. Ateşte yanmayı aklı başında hiç kimse istemez. Onunne kadar dayanılmaz bir acı ve elem kaynağı olduğunu herkes bilir. Ayrıca Allah (cc) bir ayette imandan nasibi olmayan kişilerin durumunu şöyle tasvir etmiştir: “… Bilin ki Allah’a şirk koşan kimse, gökten düşüveren ve kuşların didik didik edip kapıştığı birine yahut rüzgarın uzak ve ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer.” (Hac, 31) O halde ne pahasına olursa olsun imanımıza sahip çıkmalıyız Allah ve Resulü’nü her şeyden daha çok sevmeli ve sevdiğimizi sırf Allah rızası için sevmeliyiz. Böylece imanın tadını almış oluruz.

DUA

Ey Rabbimiz! Bizi, annelerimizi, babalarımızı ve bütün akrabalarımızı iman üzere yaşat.

Bizleri her türlü sıkıntı ve beladan koru. Bizlere rahmet ve mağfiretinle muamele eyle.

Allah’ım bize imanı sevdir. Kalplerimizi imanla süsle. Küfrü, günah işlemeyi ve isyankar olmayı bize çirkin göster. Bizi doğruyu bulanlardan kıl! (Ahmed bin Hanbel, Müsned, C.3, s.424)
Allah’ım! Seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve sevdiğin işler yapmayı bize nasip eyle.”

NÜKTE-HİKMET

DOKTORUN İŞİ

Hz. İsa’nın (as) çok şerir ve edebsiz olarak bilinen bir insanın evinden çıktığını göreler Havarîler:
- Ey Ruhullah! Sizin orada ne işiniz neydi, diye sormuşlar.

Hz. İsa da:
Doktorun işi, hastaların bulunduğu yerdedir, diye cevap vermiş.


Hazırlayan M. İkbal CANDAN

 

Editör: TE Bilisim