Tövbe, günahlardan dönmek ve pişman olmaktır. Hayat çok gariptir; çünkü bazen bir günah, insanın tövbe ve hidayetine sebep olur. Bu nedenle kişiyi üzen, düşündüren günah, onu şımartan hayırdan daha değerlidir. Geçmişte günah işleyen bazı kişiler, günah işledikleri yerin yakınından geçtiklerinde pişmanlıktan kendilerinden geçerlerdi.

İşlediğimiz günahların cinsinden hayırlar işlemek suretiyle karşılık vermeliyiz. Sözgelimi; günah sesleri dinleyen kişi, Kur’an, ezan dinlemek suretiyle hatasını telâfi edebilir. İnsan öldüren, manen ölü durumunda olanların hidayetine vesile olarak, hırsızlık yapan aşırdığı malı sahibine vererek, mal sahiplerine ulaşma imkânı yoksa yakınlarına vererek, onlara da ulaşma imkânı yoksa muhtaçlara dağıtmak suretiyle tövbe eder.

Tövbe edenlerin gözyaşları, şehitlerin kanı ve ulemanın kaleminden dökülen mürekkep Allah’ın katında şerefli damlalardır. Tövbe edenin hayatı değişir, annesinden yeni doğmuş hâle gelir, günahları iyiliklere dönüşür.

Her insanın iki doğumu bulunmaktadır. Birincisi insanın annesi tarafından gerçekleştirilen doğum, bütün canlılar bu doğum çeşidinde ortaktırlar. İkincisi insanın Kur’an’la tanışıp, günahları terk ettiği gündür. İkinci doğumun en güzelini ashap yaşadı. İslâm’la müşerref olan biri şöyle der: “Ben, önceleri İblis’in askerlerindendim. İçimde öyle inkılâplar gerçekleşti ki, artık İblis’i esir aldım, elan o benim esirimdir.”

Gece-gündüz günah işlediğimizden dolayı, manevî bir yangın içindeyiz. Günahlar, yangın veya müzmin bir hastalığı andırmaktadır. Günah yangınına karşı iyi amel ve tövbe ile karşı çıkılır. “Bir kimse bir günah işler de akabinde güzelce abdest alır sonra kalkıp iki rekât namaz kılar ve Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah onu mutlaka bağışlar.” Ebu Hanife, bir problemle karşılaşınca, “herhâlde işlediğimiz bir günahtan dolayı bu problemle karşılaştık,” deyip istiğfar eder, secdeye kapanır, namaz kılardı. Bu hâli problem çözülünceye kadar devam ederdi.

Günahların izalesine yardım eden bazı ameller şunlardır;

1.İstiğfar. 2.Tövbe. 3.Amel-i Salih. 4. Musibetler. 5.Mü’minlerin birbirine dua etmeleri. 6.Sekerat esnasında görülen sıkıntı. 7.Kabir azabı. 8.Mahşerde görülen sıkıntılar. 9.Hz. Peygamber başta olmak üzere mü’minlerin şefaati. 10. Allah’ın rahmeti.

İstiğfar, belâ ve musibetlere karşı kalkandır. Ahmed İbn Hanbel, istiğfarın tesiri bağlamında şunları söyler: “Bağdat’tan Mekke’ye giderken üç defa yolumu kaybettim, istiğfar ettim, dua ettim, yolu buldum.” Resûl-i Ekrem ne güzel buyurmuş. “Allah’ın dinîni koru ki, Allah seni korusun.” Biri Rabia el-Adeviye’ye sorar: “Tövbe edersem, Allah tövbemi kabul eder mi?” Rabia, sen “Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.’ âyetini okumadın mı? Allah birine tövbe etmeyi nasip ederse ona kabulü de nasip eder.”

Beş vakit namaz, cuma ve oruç günahların affına sebep olan amellerdendir. Mü’min, abdest alınca günahları af olur. Ağzına su alırken günahları ağızdan, burnuna su alırken burnundan, yüzünü yıkarken yüzünden, gözlerini yıkarken göz kapakları arasından dökülür. Camiye giderken attığı her adım da kendisine yazılır.

İstiğfar, sabunun kiri temizlediği gibi günahları temizler. Seher vakitlerinde namazlardan hemen sonra getirilen istiğfarlar birebirdir. İstiğfar, şeytanla mücadelede birebirdir. Rabia Adevi, istiğfarların gafletle yapılmasından yakınır ve istiğfarlarımızın da istiğfara muhtaç olduğunu söyler.

İstiğfar, günahkârlar için hazır ve hafif bir silahtır. Üzerimize yağmur, huzur ve bereketin gelmesini mi istiyoruz, tövbe ve istiğfara koşalım. Hayırlı evlatlar mı istiyoruz, tövbe ve istiğfara koşalım. Çocukları olmayan ailelerin istiğfarla çocuk sahibi olduğunu gördük. Her fırsatta istiğfar etmeye gayret gösterelim. Resûl-i Ekrem, tek bir mecliste yetmiş küsur defa istiğfar ederdi. Biri Hasan Basri’ye:
–Fakirim, dedi.

Hasan Basri kendisine;
–İstiğfar et, dedi. Bir başkası;
–Hastayım, dedi. Ona da;
–İstiğfar et, dedi. Diğer biri;
–Bize kuraklık isabet etti, dedi. Ona da,
–İstiğfar et, dedi. Diğer biri;
–Çocuğum yok, dedi. Ona da;
İstiğfar et, dedi.

Ve “Gelin Rabbinizin bağışlamasını dileyin, çünkü o bağışlaması çok olan bir bağışlayandır. Bol hayır (yağmur)ile göğü üzerinize salsın.” âyetlerini okudu.

Ezan okunduğunda, Hz. Ebubekir, “Kalkın kardeşlerim, içinde yandığınız günah ateşini namazla söndürelim, derdi. “Lâ ilahe illallah vahdehu la şerike lehul mülk ve lehül hamd ve hüve ale külli şeyin kadir,” duasını okuyana iyilik yazılır yüz günahı affolur. Cenabı Allah, cümlemizi tövbe eden ve tövbeleri kabul olan kullarından eylesin.(Âmin)

(Merhum Abdulcelil Candan’ın İlmî Hutbelerle Minberin Gücü adlı kitabından alınmıştır.)

DİPNOTLAR
Ebu Davud, Tefriu Ebvabi’l-Vitr, 2.
2 Tirmizi, Kıyamet;59.
3 Tevbe, 9/118.
4 İbn Hanbel, Müsned, hadis no:18713.
5 Nûh, 71/10,11.
6 Buhari, 3223.

HADİSLERİN IŞIĞINDA

KORKU VE ÜMİT ARASINDA YAŞAMAK: HAVF VE RECA

“Eğer mü’min, Allah’ın azabını tam olarak bilseydi, cennet ümidine kapılmazdı. Kafir de Allah’ın rahmetini tam olarak kavrayabilseydi, onun cennetinden asla ümidini kesmezdi. (Müslim, Tevbe, 23)

Hz. Enes (ra) anlatıyor:
Resulullah (sav), ölmek üzere bir genci ziyarete gitmişti. Yanında otururken ona sordu:
- Kendini nasıl hissediyorsun?

Genç:
- Ey Allah’ın Resulü! Allah’tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum, diye cevap verdi. Resulullah da şöyle buyurdu:

- Bu durumda olan bir kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu korur. (Tirmizi, Cenaiz, 8; İBn Mace, Zühd, 37.)

Mü’min kimsenin hayatı, havf ve reca, yani korku ile ümit arasında seyreder. Bir mü’minin gönlünde korku ve ümidin denge içerisinde olması gerekir. Bu nedenle Allah’ın azabından emin olmak ve rahmetinden ümit kesmek hoş karşılanmamıştır. Mü’min bu iki hali dengeli bir şekilde devam ettiren kimsedir. Allah Teala bu hususu ayet-i kerimede şöyle açıklar: “(Allah’a karşı gelmekten sakınan kimseler) yataklarından kalkar, Rablerine, azabından korkarak ve rahmetini umarak dua ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infak ederler.” (Secde, 16)

Ümitsizlik, insanın kendisini af ve mağfiretin dışında görmesidir. Ümitsizliğin zıddı olan tam emniyet ve güven duygusu ise Allah’ın azabını küçümsemek anlamına gelir. Mü’min hem ümit ve hem de koru içinde olmalıdır. Zira Allah hem günahları bağışlar hem de inkarcıları ve günahkarları cezalandırır. Nitekim Allah Teala bu hususta şöyle buyurur: “Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver. Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.” (Hicr, 49-50)

Allah’ın azabına karşı vurdumduymaz ve endişesiz bir şekilde davranan kimseler hüsrana uğrarlar. Bu sebeple mü’minlerin, sürekli bir hesaba çekilme kaygı ve endişesi ile yaşamaları gerekir. Ancak Allah’ın rahmetinden de ümit kesmemelidirler. Nitekim bir ayette şöyle buyrulmaktadır: “Gerçek şu ki kafir olanlardan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yusuf, 87.)

Mevlana ne güzel demiş:

“Ağlayıp inlemek, sağlam ve sarsılmayan büyük bir sermayedir. Allah’ın tüm rahmeti ise çok kuvvetli bir dayanaktır. Ey gülüp duran gafil! Gülmenin zevkini tattın, bir de ağlamanın zevkini tat. Allah için ağlayan göz, ne mübarek bir gözdür. Allah için titreyen bir kalp ne mübarek bir kalptir. Ağlama ve inlemeye muhakkak merhamet edilir. Rabbinin lütuf ve merhamet deryası, ağlayanlar için taşar.”

Mü’minler, Allah’ın rahmetinde karşı sonsuz bir ümit için bulunmalıdırlar. Onun rahmetine karşı gösterilecek bir ümitsizlik, imanı tehlikeye sokar. Bu nedenle Müslüman, hayatını sonsuz bir ümit içinde sürdürür. En umutsuz anlarda bile mü’minde ümit tükenmez. Gerçek bir mü’minin hayatı korku ve ümit arasında devam eder. Nitekim Hz. Ömer’in şu şözleri bizlere ümit ve endişe konusunda yol gösterir:

“Kıyamet günü sadece bir kişi cennete girecek diye ilan edilse o kişinin ben olacağını umarım. Yine bir tek kişinin cehenneme gireceği bildirilse bu kez de o kişinin ben olacağı endişesini yaşarım.”

Bizler mü’min olarak Allah’ın rahmetine güvenerek günah işlememeli ve Allah’ın azabından emin olmamalıyız. Günah işlemişsek yaptıklarımızın hesabını veremeyeceğimiz endişesiyle onun rahmetinden ümit kesmemeli ve onun kapısına başvurmaktan geri durmamalıyız. Resulullah (sav) bu hususta şöyle buyurur: “Eğer mü’min, Allah’ın azabını tam olarak bilseydi, cennet ümidine kapılmazdı. Kafir de Allah’ın rahmetini tam olarak kavrayabilseydi, onun cennetinden asla ümidini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23.)

İmam-ı Şafi’nin şu sözü ümitli olma adına ne kadar da anlamlıdır: “Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affının karşısında hayran kaldım.”

Hata ve günahlarımızdan dolayı he an hesaba çekilebileceğimizi asla unutmamalıyız. Bizler bulunduğumuz duruma bakarak Allah’ın azabına karşı kendimizi emniyette hissetmemeliyiz. Daima bir gün azaba uğrama endişe ve korkusu içinde olmalıyız. Başımıza herhangi bir sıkıntının gelmemesi bizim için asla bir kurtuluş ve garanti anlamı taşımaz. Çünkü “Allah’ın azabından ancak hüsrana uğrayanlar emin olabilirler.” (Araf, 99) ayeti bu duruma işaret etmektedir.

Korku ile ümit arasında yaşamamız, cennet ve cehenneme yakınlığımızın aynı mesafede olduğunun bilincinde olmamız güzel davranışlarda bulunmamıza katkı sağlar. Bunlardan birinin ihmal edilmesi, sonuçta büyük pişmanlıklara neden olabilir. Nitekim Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Cennet size ayakkabılarınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.” (Buhari, Rikak, 29) Öyleyse cehennem korkusunu ve cennet ümidini daima içimizde hissederek yaşamalı ve Allah’tan aslı ümit kesmemeliyiz.

DUA

Allah’ım! Ancak sana ibadet eder, senin için namaz kılar ve senin için secde ederiz. Sana koşar ve ibadeti severek yaparız. Rahmetini umarız, azabından korkarız. Senin azabın ancak kafirler içindir, onları kuşatacaktır. Bizleri azabından koru Ya Rabb!

NÜKTE-HİKMET

TEBBET DE İHLASIN ÜSTÜNDE

Yahya Efendi adlı bir zat, Niyazi-i Mısrî’yi devrin padişahına gammazlar. Niyazi-i Mısrî de bir adaya sürgün gönderilir. Belli bir zaman sonra, Yahya Efendi de aynı adaya sürgün edilir. Ve üstelik altlı üstlü bir binaya düşerler. Yahya Efendi üstte, Niyazi-i Mısrî alttadır.

Niyazi-i Mısrî, Yahya Efendi’ye:
- Ne haber, sen de sürgüne geldin, deyince beriki:
- Öyle, ama ben üst kattayım, der.

Niyazi-i Mısrî şu cevabı verir:
- Ne fark eder? Tebbet de İhlas’ın üstünde.
Yani Ebu Lehep’den bahseden Tebbes sûresi, sıralamada Kur’an’ın üçte birine denk tutulan ihlas sûresinin üstündedir. Üstte olmak daha faziletli olmak manasına gelmez.


Hazırlayan : M.İkbal CANDAN

 

Editör: TE Bilisim