Son yıllarda özellikle gençler arasında dikkatimi çeken tuhaf bir eğilim var: Sanki sıkıntıların, dertlerin, uzun yaşamanın, hatta okulda başarılı olmanın bile ön koşulu ilaç kullanmakmış gibi bir algı doğdu. Hayatın en küçük tökezlemesinde bile “Bir antidepresan alsam geçer” düşüncesi, neredeyse otomatik bir refleks haline geldi. Sanki yaşamın tüm iniş çıkışlarını tek bir kapsül düzeltebilirmiş gibi… Bir zamanlar ders aralarında top oynayan, bahçede koşturan çocuklar şimdi teneffüslerde birbirlerine hangi ilaçları kullandıklarını soruyor. Bu değişim, insanın içini hem ürpertiyor hem de düşündürüyor.
Oysa insanı ayakta tutan şey, reçetelerde yazılı maddeler değil. Hayatın ağırlığını taşıyabilmemizi sağlayan temel taşlar var: Bir aile ortamı, sevildiğini bilmek, sağlıklı düşünme becerisi, kendini olduğun gibi kabul edebilmek… Ve en önemlisi de hayatın zaman zaman kötü, zor, tatsız olabileceğini kabullenmek. Çünkü insanın ruhu acısız olunca değil, acıyı tanıyıp onunla baş etmeyi öğrendiğinde olgunlaşıyor. Bazen kötü bir günün, kötü bir dönemin, kötü bir yılın bile hayatın doğal akışının içinde olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu farkındalık bile başlı başına bir direnç kazandırıyor insana.
Ben bu tabloyu yalnızca dışarıdan gözlemleyen biri değilim. Öğretmenlik ve idarecilikte toplam on iki yılımı geride bırakırken; sekiz yıl Muş’ta, son dört yıldır ise hâlen görev yaptığım Van’da, çocukların, gençlerin ve ailelerin değişen ruh hâllerine birebir tanıklık ettim-ediyorum. Kapısını çalıp içeri giren her öğrencinin ayrı bir hikâyesi oldu; kimisi yaşamla ilk kez yüzleşiyor, kimisi ailesinin yükünü sırtında taşıyor, kimisi daha kendi kimliğini kurmadan hayata küsmüş şekilde geliyor. Bazen bir öğrencinin gözündeki ışıltının azaldığını görmek, bir ruhsal yıkımı çok önceden haber veriyor. Yıllar içinde şunu fark ettim: Çocuklar artık duygularını yönetmek yerine, duygularından kaçmanın yollarını arıyor. Aileler ise çoğu zaman “ne olursa olsun mutlu olmalı” kaygısıyla her zorluğu çocuklardan uzaklaştırarak aslında onların dayanıklılık kaslarını zayıflatıyor. Sonuçta ortaya kırılgan, en ufak sert esintide savrulan bir kuşak çıkıyor.
Bir de şu gerçeği unutmamak gerekiyor: Çok çalışmak, çok emek vermek her zaman başarı getirmeyebilir. Evet, emek kutsaldır. Evet, çaba olmadan hiçbir şey olmaz. Fakat bazen şans gerekir, bazen doğru zaman gerekir, bazen de kaderin kapıyı çalması… Bunu kabullenmek zor geliyor çoğumuza. Çünkü modern insan her şeyin kendi kontrolünde olduğunu sanmak ister. Oysa hayat, planlarımızın çok ötesinde işler. Kimi zaman bir öğrencinin çok çalışıp da istediği yere gelememesi, kimi zaman bir öğretmenin yıllarını verdiği hâlde hak ettiği değeri görememesi… Bunlar başarısızlık değil, hayatın akışıdır.
Bence gençleri asıl zorlayan da bu: Hayatın belirsizliği. Kaygılarını yatıştırmak için çareyi hemen dışarıda arıyorlar. “Bir şey içeyim geçsin.” Keşke bu kadar kolay olsaydı. Ruhun iyileşmesi zamana, ilişkilerine, iç sesine, sabrına, hatta kimi zaman gözyaşına bağlıdır. Bir sohbet, bir dokunuş, bir öğretmenin omzuna koyduğu el, bir arkadaşın “Hadi gel yürüyelim.” demesi bazen en pahalı ilacın veremediği etkiyi verir.
Belki de toplum olarak yeniden düşünmemiz gereken şey, acıya tahammülün bir zayıflık değil, bir güç olduğudur. Hayat bazen üzerimize yük bindirir, bazen hızlandırır, bazen de durdurur. Bu döngünün her parçası insana bir şey öğretir. İnsan büyür, değişir, derinleşir. Ve evet, gerektiğinde ilaç da bir tedavi yoludur; kimsenin buna itirazı olamaz. Ama ilaç hiçbir zaman ilk adım, ilk çare, ilk sığınak olmamalıdır. Antidepresan bir köşe yazısının başlığı olabilir ama bir hayatın tek çözümü asla olamaz.
Çünkü bazen aslında en güçlü antidepresan… iyi bir aile, sağlam bir dostluk, sabırlı bir öğretmen ya da bir insanın kalpten söylediği tek cümledir:
“Buradayım, merak etme.”