"De ki: 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?'" (Zümer Suresi, 9).
Sokrates, "Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum," diyerek bilgelik tanımımızı altüst eder. Bu söz, bir alçakgönüllülükten öte, insan aklının sınırlarına dair bir itiraftır. Başkaları bildiğini zannederken, Sokrates bilmiyor ama en azından bildiğini de düşünmüyordu.
Günlük hayatta "kesinlikle biliyorum" dediğimiz kaç şey, ezberlenmiş kabullerden ibaret? Sosyal medyada hızla yayılan bilgiler, bizi Sokrates'in "bilmediğini bilmeme" tuzağına mı düşürüyor? Belki de gerçek bilginin ilk adımı, bilmediğinin farkına varmaktır.
Sokrates bize, cehaletin farkındalığının gerçek öğrenmenin kapısını açtığını öğretir. Mutlak bilgi iddiası ise zihni körleştirir. "En verimli toprak, henüz ekilmemiş olandır. En öğrenmeye hazır zihin de, bildikleriyle dolmamış olandır."
Dijital çağda 'bilgi sahibi' olmakla 'bilge' olmak arasındaki farkı korumak, sürekli 'öğrenci' kalma cesaretini gerektirir. Bu, eleştirel dinlemek, önyargıları askıya almak ve çocuklar gibi "neden?" diye sormaya devam etmektir. Çünkü en iyi bilmek, en iyiyi bileni bilmekle olur.
Sokrates'in mirası olan şu soruyla sizi baş başa bırakıyorum: Bildiğini sandığın şeylerin gölgesinde yaşamak mı, yoksa bilmediğini kabul ederek gerçek keşfe çıkmak mı?