Yaratan var ettiği her şeye bir de kalp takdir etmiştir. Bu kalp, her zaman surette değil, bazen de sîrette gizlidir. Nasıl ki, dini var etmiş ona kalp olarak da Kur'an-ı Kerim'i göndermiştir. Kur'an'a gizlediği kalp de Yasin Suresi'dir der Peygamber Efendimiz.

Bizleri bu güzel memlekete konuk eden Mevla, bu memleketi kalpsiz bırakmamış, saltanatlar beşiği İstanbul'u bize yâr etmiş. Her ne kadar başkent dediğimiz vilayetimiz başka olsa da kalbimizin attığı yer İstanbul'dur. Buçuğunu bilmem ama yetmiş iki millete kucağını açmış, ev sahipliği yapıyor. Şöyle bir soru da çıkıyor tabi ortaya:

İstanbul'un yok mu bir kalbi?

İstanbul'a kalp diye takdir edilen bir mekan, bir yer varsa ben bu yeri Ayasofya olarak görüyorum. Neden böyle düşündüğümü ileriki satırlarda açıklayacağım.

Ayasofya'nın yüzyıllar önce farklı amaçlarla yapılmış ve kullanılmış olması, bize nasip olduğunda bağrında dinimizi, ibadetlerimizi konuk ettiği gerçeğini değiştirmiyor.

Hazır yüzyıllar öncesine gitmişken, Ayasofya'nın geçmişten günümüze kadar geçirdiği serüvenlere de yer verme gereğini görüyorum izninizle.

Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5. yüzyıldan itibaren ise Ayasofya (Kutsal Bilgelik) olarak tanımlanmıştır. Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi olarak katedral işlevi görmüştür.

Günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos (527-565) tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletos’lu (Milet) İsidoros ile Tralles’li (Aydın) Anthemios’a yaptırılmıştır. Tarihçi Prokopios’un aktardığına göre, 23 Şubat 532 yılında başlayan inşa, 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış ve kilise 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmıştır. Kaynaklarda, Ayasofya’nın açılış günü İmparator Justinianos’un, mabedin içine girip, “Tanrım bana böyle bir ibadet yeri yapabilme fırsatı sağladığın için şükürler olsun” dedikten sonra, Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’ni kastederek “Ey Süleyman seni geçtim” diye bağırdığı geçer. ( Görüyoruz ki kibir abidesi olarak dikilmiş önceleri.)

IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, bu dönemde gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmıştır. 1261 yılında Doğu Roma kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya’nın oldukça harap durumda olduğu bilinmektedir.

Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in (1451-1481) 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür.

Ayasofya, Cumhuriyet döneminde dönemin Reis-i Cumhurunun emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’de müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır.

Yukarıda da geçtiği gibi Atamız Fatih Sultan Mehmet Han Anadolu ve Rumeli vilayetlerinin gözbebeği İstanbul'un fethini gerçekleştirdiğinde yaptığı ilk değişikliklerden biridir Ayasofya’ yı İslam dininin hizmetine sunmak. Asırların Rum toprağında hem de Hristiyanlık dini için çok önemli bir mekanı cami haline getirmiştir. Rum toprakları olan bu memlekette ilk ezanlar buradan yükseldi semaya. Müslümanlar ibadete davet edildi Bizans’ın kalbinde.

Peki neden?

Çünkü İstanbul'u fethetmek yetmiyordu ona sahip olmak için.

Kalbine sahip olmadığın varlığa benim diyemezsiniz, sahiplenemezsiniz.

Atamız Fatih Sultan Mehmet Han da el attı Bizans'ın kalbi Ayasofya'ya. Onu aldı İslamiyet'in baş köşelerine, hizmet etmesi için getirdi. Bundan sonra asırlarca hem ibadet merkezimiz hem de övünç kaynağımız oldu.

Sonra 1935’te cami özelliği kaldırıldı, müze haline getirildi. Kabul ediyorum Ayasofya hala bizim gururumuz. Hala eşsiz mimarisiyle dimdik ayakta tüm heyetiyle. Değerli bir taş gibi süslüyor İstanbul’umuzu.

Lakin değeri bu kadarla kalmamalı. Minaresinde ezanlar okunmalı, kucağında eller havaya kaldırılıp dualar çınlamalı, yakarışların Yaratıcı'ya iletildiği mekan olmalı. Yeniden İstanbul'a kalp olmalı.Yeniden ve hep.

Bunun için atan, buna tüm benliğiyle inanan kalpler var biliyorum.

Bu ahval içinde bize düşen bir şeyler de olmalı mutlaka.

Hz Peygamber, nasıl sahip çıktıysa vazifesine yılmadan öyle sahip çıkmalı, şefkati engin anneler gibi hassas olmalı mahzun yüreğine Ayasofya'nın. Ziyaret maksadıyla da varsak eşiğine, öteki camilere nasıl edeple giriyorsak öyle girmeli. Mesela umut etmeli girerken içinde kandillerin yandığı, ilahilerin söylendiği günlere dönsün diye. Abdest almalı girmeden, ayakkabılar saygı adına çıkarılmalı, tertemiz girilmeli bir zamanların şen ibadet mekanına.

Bunca layıkken bu değerlere ve daha da fazlasına Ayasofya'ya verilen sürgün yetti diye düşünüyordum ki, haberlerde izlediğim bir bölüm çok mutlu etti bu sabah. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan verdi müjdeyi: “ Ayasofya'nın statüsünü müze değil, cami olarak koyarız.”

Hazırlıkların da son aşamada olduğunu öğrendiğim bu güzel haberin verdiği mutluluğu ve gerekliliğini sizinle paylaşmaya ihtiyaç duydum.

Ayasofya, yeniden cami pozisyonuna kavuştuğunda her milletten ve ülkemizin dört bucağından Müslümanların bir cuma namazını eda etmek için koşacağı yerdir.

Sonrası umutlu bir bekleyiş...

Yeniden ve hep cami olsun Ayasofya.