“Sosyal gruplar, ihlal edilmesi durumunda sapma teşkil eden kuralları bizzat kendileri koyarak ve bu kuralları bazı insanlar üzerinde uygulayıp onları “ötekiler” olarak etiketleyip sapmayı kendileri yaratırlar. Bu açıdan bakıldığında, “sapma” insanın işlediği davranışın bir özelliği değil; başkalarının kendi belirledikleri kural ve yaptırımları bir “suçluya” uygulamalarının sonucudur. Sapma gösteren kişi aslında bu etiketin başarıyla uygulandığı kişidir; sapma davranışı da insanların bu şekilde etiketlediği davranıştır” (Becker, 1963: 9)

Bacaların tütmeye başladığı günlerin başında, içinde tüttürülen hafif dumanlı bir odada ortalığı samimiyetle ısıtan bir grup dostumla muhabbet ederken içlerinden birine “şu yerden neden koptun?” sorusuna karşılık olarak içerde yarım dakika suskunluğa sebep olan “olaylara başka bir açıdan baktım, kabullenilemedim” cevabını aldım. İçimden geçirdiğim bir şeyler olsa da ortamdaki gülüşleri bozmamak için hepimiz anlaşmış gibi yarım dakikanın ardından konu değişerek baskınlık yarattık. Bu baskınlık -kendi adıma- içsel hesaplaşmalar ve ayna sohbetlerimin birinin konusu olarak karşıma çıktı. Sonucunda bazen istemediğim seviyelere ulaşmaya çalışan, dengeme zarar vermeye kalkacak kadar yokuşa süren bir durum yine karşımda; düşünmek. Düşünüyorum, öyleyse kaçın.

Varlığıma en zor gelen şeyi kendime dayatarak sıkça yapmaya çalışıyorum. Bunun adı, kabullenmek. Dünyadaki bütün düşünen varlıkların benim gibi yaşamasına, düşünmesine, davranmasına ihtiyacım var gibi olursam zaten bir bakıma aciz olan varlığımın acziyetini en yüksek seviyeye çıkarmış olmaz mıyım? Yeterince çağdaş olamadım; maksimum demedim, yüksek dedim. İlk etiketimi çağdaşlarımızdan ya da gönülleri hoş olsun “modernlerimizden” şöyle bir alayım. Varlığıma zor olan şeyi, kabullenmeyi öğrenmem benim adıma bir devrim, yeni bir bireyin bakış açısından kendime pay edinip dünyaya bakarken yeni bir pencere kazandığımı anlamış olmam, gerçek bir devrim. Ne zaman kabullenemeyecek kadar hoşuma gitmeyen aykırı bir görüş olsa aklıma yine bir dostumun “o da onun gerçekliği, öyle yaşıyor ve öyle bakıyor.” cümlesi geliyor. İlk defa karşılaştığım hayat tarzlarını -bakın benimsemek demiyorum- kabullenmek bana daha önce o açıdan bakmadığımı, o yaşantıyı veya düşünceyi bilmediğimi öğretti. En zoru da bu zaten, bilmediğini kabullenmek. Zaten ben birçok şeyi bilemiyorum Altan.

Çoğu konuda birbirimizi desteklediğimiz kişilerle konuşurken bazı noktalarda ayrı düşünmeye başlayınca ben de etiketlenmeye başladım. Sapmış mıydım, yoksa onlar etiketlediği için mi sapmış damgasını yiyordum? Kendime göre sadece farklı bakıyordum. Hayatımızı kendimizin zorlaştırdığını düşündüğüm çok oldu. Ayrı düşündük diye ayrıştırılmak anlamsız geliyordu. Misalen, kol kola “Tekbir: Allah-u Ekber!” diyenlerin grup içinde farklı düşünen birine zamanla “Tekfir: Allah’ın yok len!” diyecek kadar cüretkar olabileceklerini gördüm. Eleştirdiğim birileri daha oldu, payıma bir etiket daha düştü sanırım.

Bunları kendime anlatırken de çelişki içindeyim. İçten içe, topluma böyle ayrıştırıcı bakanları da böyle kabullenmeli miyim diye sormuyor değilim. Bu kadar çelişki de olsun canım, çelişme olmazsa çatışma da olmaz. Kıymetlidir, yaşantım bir çatışma ürünüdür, içinde reklam barındırmayan ama üzerinde ademoğulları tarafından atfedilmiş onlarca etiketler barındıran yaşantım. Ademoğulları dedim, çok mu cinsiyetçi oldum? Ademden gelmek dedim, o zaman evrim teorisini kabul etmemiş mi oldum? Her türlü birileri tarafından sapmış olarak görüneceğim galiba. Sonuçta hata kabul etmez, cımbızla çeker kelimeyi ve yapıştırır yaftayı etiketçi. Kendi grubu tarafından da alkış alarak bir güzel kaymağını da yer, söylemeden geçmemeliyim.

Daha fazla sapıtmadan şu cümlelere son vermeliyim. Uyarmadan sustu demeyin, herhangi bir noktada bana katıldığınız olduysa; damgalandınız, kaçın.