Emanetin sessiz öğüdü!

Abone Ol

Hiçbir şey bizim değil, hepsi bir emanet. Sahip olduklarımızı kaybettiğimizde "kaybettim" yerine "geri verdim" diyebilmek, iç huzura giden yolun anahtarıdır.

"Kaybettim" dememeli insan. "Geri verdim" demeli.

Çocuğun mu öldü? Onu geri verdin. Eşin mi öldü? Onu geri verdin. Topraklarını mı kaybettin? Onları geri verdin. Peki, bu emanetleri kimin eliyle geri aldığının önemi var mı? Asıl önemli olan, onlar seninleyken bir misafir gibi ağırlaman ve vakti geldiğinde hiç tereddüt etmeden sahibine iade edebilmendir. Tıpkı bir handa konaklayan yolcu gibi... (Epiktetos)

Hayat, bize sunduğu her şeyi sonsuza dek bizimmiş gibi hissettirir. Ama bir gün gelir, en değer verdiğimiz varlık yanımızda olmaz. O an, zihnimizde beliren ilk cümle ne olur? Bu kaybı bir çöküş olarak mı görürüz, yoksa tamamlanmış bir emanet döngüsü olarak mı?

Epiktetos'un bu kadim bilgeliği, sahip olduğumuz her şeyin özünde geçici birer armağan olduğunu hatırlatır. Hayat, yalnızca bir süreliğine üzerimize titrememiz için bırakılmış güzelliklerden ibarettir. Sahip olma dürtümüz ne kadar güçlüyse, bu gerçeği kabullenmek de bir o kadar zorlaşır.

Taşların Fısıldadıkları

Mardin'in yamaçlarına yaslanmış taş evlere bakın. Her biri yüzyıllara meydan okuyan birer tanık. Kim bilir kaç nesil, bu duvarların ardında "Artık benim" diyerek yaşadı? Her biri, sanki hiç ayrılmayacakmışçasına sahiplendi bu mekanları.

Oysa taşlar, her birimize sessizce gülümser. "Senin gibileri çok gördük," der adeta. Üzerlerindeki her çatlak, her iz, bir el değişiminin, bir 'geri verme' hikâyesinin kanıtıdır. Bu, bir yenilgi değil, doğal ve kaçınılmaz bir döngüdür.

Sahip Olmak mı, Emanetçi Olmak mı?

Bazen düşünürüm; Yüce Allah bana "Seni çok varlıklı yapayım mı?" diye sorsa ne yanıt verirdim? Etrafıma baktığımda, servetlerine sıkı sıkıya bağlanan, onlar tarafından tüketilen insanlar görüyorum. Sahip olduklarını yönetmek yerine, onlar tarafından yönetiliyorlar. Bu, modern bir kölelik biçimi değil midir? İşte bu manzarayı görünce içimden şöyle bir dua yükseliyor: "Ya Rabbi, sen beni benden iyi bilirsin. Eğer bu varlık beni sana kulluktan alıkoyacak, benliğimi unutturacaksa, sen beni koru ve beni sınamayarak eski halimde bırak!"

Seneca'nın da dediği gibi, "Hiçbir şey bize ait değildir, sadece kullanımımıza sunulmuştur." Banka hesaplarımız, unvanlarımız, hatta bedenlerimiz bile... Komşusunun yeni arabasını kıskanan bir insan, aslında kendisini geçici şeylerin sahipliği üzerinden tanımlama tuzağına düşmüştür.

Peki, bu illüzyona neden bu kadar sıkı tutunuyoruz? Belki de asıl sorulması gereken, daha fazlasına sahip olmak değil, sahip olduklarımızı nasıl daha iyi bir emanetçi bilinciyle yönetebileceğimizdir. Bolluk değil, ihtiyacımız kadarını istemek ve onu sorumlulukla taşımak daha huzurlu bir yol olabilir mi?

Hayatın İki Ucu: Başlangıç ve Son

Bir hastanenin yenidoğan servisi ile bir huzurevini aynı gün ziyaret etmek, hayatın emanet döngüsünü anlamak için en çarpıcı deneyimlerden biridir. Bize verilen her nefes, her ilişki, her mülk, bir gün geri alınmak üzere bize teslim edilmiştir. Çocukken kaybettiğimiz bir oyuncak dünyamızı yıkmıştı. Şimdi kayıplarımız büyüdü, ancak temel yanılgımız aynı: Kalıcılık yanılsaması.

Belki de her sabah kendimize sormamız gereken soru şudur: "Bugün, bana emanet edilen bu hayatı, bu ilişkileri ve imkanları, daha iyi, daha anlamlı bir şekilde nasıl koruyup geliştirebilirim?"

Çünkü gerçek hikmet, sahip olmakta değil, iyi bir emanetçi olabilmekte yatar. Epiktetos'un sözleri zihnimizde daima yankılansın: "Handa konaklayan bir yolcu misali; verileni şükranla kullan, geri istenince de minnetle bırak gitsin."

İnsan olmanın en büyük erdemi, sahip olduğumuzu sandığımız her şeyin aslında geçici birer emanet olduğunu hiç unutmamak ve bu bilinçle yaşayabilmektir.