Fildişi kuledeki çatlaklar

Abone Ol

Bir zamanlar üniversiteler, insanlığın vicdanı sayılırdı. Orada fikirler özgürce tartışılır, bilgi yalnızca bir diploma uğruna değil, hakikati bulmak için üretilirdi. Oysa bugün o yüce kulelerin duvarlarında derin çatlaklar var. Yakın zamanda okuma ve derinlemesine inceleme fırsatı bulduğum bir kitap olan “Cracks in the Ivory Tower”, Jason Brennan ve Phillip Magness’in kaleminden, bu çatlakların nasıl ve neden oluştuğunu çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Yazarlar, akademinin asıl amacından uzaklaşıp çıkar ilişkileri, liyakatsizlik ve iç rekabet ağlarına saplandığını, bu yüzden de üniversitelerin artık bilgi üretiminden çok statü üretiminin merkezi hâline geldiğini söylüyorlar.

Brennan ve Magness’e göre üniversiteler, “topluma hizmet” idealini çoktan geride bırakıp, kendi iç rekabetinin kurbanı olmuş durumda. Akademisyenler artık bilimi ilerletmekten çok, puan toplamaya, atıf sayısı artırmaya, unvan kovalamaya odaklanıyor. Yönetimler, nitelikten çok “görünürlük” ve “sıralama başarısı” peşinde. Bu tablo, sadece Amerika’daki ya da İngiltere’deki üniversiteler için geçerli değil; Türkiye’deki durum da farklı sayılmaz.

Bizde de üniversiteler, giderek birer “kurumsal vitrin”e dönüştü. Her yerde rektörlük açılışları, devasa kampüsler, uluslararası iş birlikleri duyuruları… Ama içeride bilim değil, bürokrasi konuşuyor. Akademik yükselme süreçleri çoğu zaman liyakatten çok “kimin yanında durduğun” üzerinden işliyor. Bu durumun en acı sonucu, yetkin ama sisteme dâhil olmayan genç akademisyenlerin sesinin duyulmaması. Yani bilgi üretiminden çok, statü üretimi ön planda.

Oysa akademi, toplumun nabzını tutan, adaletsizliklere karşı söz söyleyebilen bir vicdan kurumu olmalıydı. Brennan ve Magness, bu çarpıklığı “ahlaki bir çürüme” olarak tanımlar. Çünkü sistem, bireyleri rekabet etmeye, gösteriş yapmaya ve bazen etik sınırları zorlamaya iter. Üniversite içindeki küçük ödül mekanizmaları – kadro, teşvik, yayın puanı – insanları içeriye, kendi çıkar çevrelerine kilitler. Böylece akademi, halktan kopuk, kendi jargonuna hapsolmuş bir dünyaya dönüşür.

Benzer bir tabloyu Avrupa’da da görüyoruz. İngiltere’de veya Almanya’da bile “araştırma fonu kapma” yarışında etik çizgiler bulanıklaşıyor. Herkesin hedefi artık bir keşif yapmak değil, bir proje almak. Akademi, düşüncenin değil; finansal sürdürülebilirliğin alanına dönüşüyor. ABD’deki bazı üniversitelerde ise durum daha da dramatik: dev bağışçılar ve şirketler, bilimsel yönelimleri dolaylı biçimde belirleyebiliyor. Böylece “bağımsız bilgi üretimi” fikri, bir idealden çok bir slogan haline geliyor.

Türkiye’de ise akademinin başka bir sınavı var: özgürlük ve liyakat. Üniversitelerimizin pek çoğu politik etkilerden tam anlamıyla bağımsız değil. Bazı isimler, bilimsel üretimiyle değil, idari uyumuyla yükseliyor. Bu da genç kuşaklarda büyük bir umutsuzluk yaratıyor. Çünkü herkes biliyor ki; gerçekten çalışmak bazen yetmiyor. Brennan ve Magness’in dediği gibi, “sistemin teşvik ettiği davranış, sistemin karakterini belirler.” Ve bizdeki teşvikler, bilimi değil, sadakati ödüllendiriyor.

Ama bütün bu tabloya rağmen, çatlakların olduğu her yerde umut da vardır. Çünkü her çatlak, ışığın içeri sızdığı yerdir. Genç akademisyenler, bağımsız araştırmacılar, kadın bilim insanları, farklı sesler bu duvarları yavaş yavaş zorluyor. Açık erişim yayınlar, alternatif bilim platformları ve uluslararası dayanışmalar sayesinde bilgi, yeniden halka yaklaşmaya başladı.

Belki de üniversitelerin yeniden hatırlaması gereken şey şu: bilgi, yalnızca bir unvanın değil, bir sorumluluğun taşıyıcısıdır. Akademi; halktan, hayattan ve adaletten uzaklaştıkça, kendi meşruiyetini yitirir. Fildişi kulelerin duvarlarını süsleyen akademik jargona değil, o duvarlarda oluşan çatlaklardan sızan ışığa ihtiyacımız var. Çünkü o ışık, belki de yeniden hakikatin, liyakatin ve cesaretin yolunu aydınlatacaktır.