Peyami Safa 1941 yılında Yeni Mecmua’ya bir makale gönderir. Makalenin başlığı, ‘’ Gençliğe Hücum Etmekte Haklı mıyız?’’ Şeklindedir. Makaleyi defalarca okuma şansım oldu. Aradan seksen yıl geçmiş, acaba ortak sorunlarımız, ortak dertlerimiz var mı? Diye derlemeler yaptım ve maalesef hala aynı şeylerden bahsediyoruz, aynı sorunları sıralıyoruz.

Mahallede ki amca, okuldaki öğretmen, camide ki imam, üniversitede ki hoca hep aynı dertten yakınırlar. Yeni nesil nasıl yetişiyor? Bu yeni neslin haline nasıl çözümler bulmalıyız? Bu neslin bu hale gelmesinde ki sebepler nelerdir? ... Gençleri teker teker görürseniz, gençliği tanıyamazsınız; gençliği her gün görmezseniz, onu anlayamazsınız. Gençliği tanımak ve anlamak için bir kürsünüz olmalı. Kürsünüzden bu gençlere hitap etmek için bir kelime hazineniz olmalı ve gençleri kendinize saygıda kusur etmeyecek bir yaşamınız olmalı. Bu yetişen nesil ümit kesicidir. Lisanını bilmiyor bu nesil. Lisenin son sınıfında ve üniversitede, uzunca ve topluca bir cümle içinde düşündüğünü ifâde edebilen genç yoktur. Hep kısa kısa, tekerrürlerle dolu, bozuk cümleler. Konuşmamaya özen gösteren sadece cevap verebilen ve hep savunmada olan bir gençlik.

Şahsım adına konuşuyorum burada sizlere ders vermek haddime değildir. Ben sekiz yıllık bir eğitimciyim. Bir Peyami Safa gibi araştırma ve konuşma yeteneğim yok. Sadece görüyorum, şahit oluyorum ve üstadın aksine onun dönemini çok beğeniyorum. Arşivler en güzel mahremiyetlerdir ve en gerçekçi doğrulardır. Her nesil, kendinden sonrakini öfkeli bir ciddiyetle karşılar. Büyüğün küçüğe karşı bu somurtkanlığı, nesiller arasında kıskançlığın sonuçları kültürümüze, ananemize zararı yoksa bir düşman kafasıyla bakılmıyorsa bunları bir tarih edasıyla bakmamız lazım. Bırakın söylesinler. Bırakın kıskansınlar. Ne kadar haksız olsalar, haklı oldukları noktalar daima vardır. Hiçbir devir, hiçbir kültür yoktur ki bu nesiller arası çatışmalardan bağımsız var olsun. Önemli olan şu ki, ne aldığımız, ne öğrendiğimiz ve hangisini hayatımıza bir kazanç olarak eklediğimizdir.

Herkes fikrini söyleyecektir. İnsanlık tarihi kadar eskidir münakaşa ve insan var oldukça münakaşa da hep tazeliğini koruyacaktır. Şahıslar ve şartlar her daim farklı olacaktır. Zamandan bağımsız, anlık ve asırlık güncelleşen en önemli varlık dünyanın ta kendisidir. Dünya, insanı da bir ayağı olarak görür ve taze kanı hep oraya pompalamaktadır. Bu taze kanı içinde yüksek adrenalinle alan nesil de gençlerdir ve gençler hep daha iyi ne olur? Nasıl olur? Bunlara odaklamaya çalışmaktadır. Burada her genci bir olarak göremeyiz. Genç var araştıran soran sorgulayan ve genç vardır sadece o günün gencidir, nefsine bağlı sadece nefsi için yaşayan. Peyami Safa gençliğin sorunlarını dört şekilde sıralamıştır. Bunlar; 1.Gençler serkeştirler. 2.Gençler argo konuşurlar. 3.Gençler lisanlarını bilmezler. 4.Gençler ayaklarının oyununa (futbola ve maçlı iddia sporlarına) kafalarının faaliyetlerinden ziyade ehemmiyet verirler.

Üstadın bu çıkarımlarına seksen yıl sonra bende ilave yapmaya çalışsam şunları eklerim: Gençler okumuyor, teknolojinin esiri olan gençlik kendi başına düşünmekten korkuyorlar, araştırma yapmayı kendilerine hamallık gibi görüyorlar. Var olanı eleştiriyorlar fakat akılcı hiçbir çözümleri yoktur, suru kafasıyla hareket etmeyi ve popülerlik adına surunun hiçbir dayanağı olmayan fikirlerini kendilerinde ilahi emir olarak görüyorlar.

Üstat birinci maddeyi şöyle açıklıyor: ‘’Gençler benim anladığım ve benim istediğim manada serkeş iseler, ne âlâ! Gençlik serkeşlik çağıdır fakat ne biçim serkeşlik? Disipline karşı değil, fikirlere karşı serkeşlik; itikat mekanizmasına karşı değil, eskiye, hayır, eskimiş itiyatlara karşı serkeşlik. (Çünkü zannımca, eski başka

eskimiş başkadır. Nice eskiler vardır ki, hiç eskimez.)’’ Oğlunun kendisiyle aynı fikirde ve aynı zevkte olmasını isteyen baba haksızdır fakat oğlunun fikirsiz ve zevksiz olmasını istemeyen baba haklıdır. Birincinin serkeşliği inkılâp hamlesi, ikincinin serkeşliği anarşi meylidir. Zararlı serkeşlik her daim kalp kırıcı olacaktır ve sen bu serkeşliği çok iyi tanımlayamazsan bir parçası olmamana hiçbir şey engel olamayacaktır. Bu evde ki çocuğundan başlar, komşunun çocuğu, kahvehanede ki oyun arkadaşının çocuğu, iş arkadaşının çocuğu olabilir.

Üstat ikinci ve üçüncü maddeyi de şöyle açıklar,’’Gençlerin argo konuşmaları eski bir mektep an’anesidir. Avam çocukları hep böyle konuşurlar. Muhitten gelen bu tesir ancak muhitin tekâmülüyle zâil olur. Mektep burada acizdir fakat işitiyorum ki, gençliğin argoya düşkünlüğü, bizim mektep çağımızdakinden çok fazla bir nisbete varıyor, gençliğin münevver tabakasını da sarıyormuş. Burada mes’ul gençler değildir. Mektebin ve maârifin yakasına yapışınız. Lisan, gramer, edebiyat öğretiminin ne kötü programlar içinde yapıldığını biliyoruz. İfâde vâsıtalarını mektepte tedârik edemeyen bir gençlik sokakta arar ve bulduğu da argodan başka bir şey olmaz.’’ Bunlara katılmak ve katılmamak mümkün değildir. Bu sözüm biraz kafa karıştırıcı olabilir. Üstat tabiî ki kendi çağına göre araştırmalarını sıralamıştır ama bu her şeyi en doru şekilde söylemiştir, demek değildir. Ki ben hepsinin altına imzamı atıyorum dersem en başta üstadı üzmüş olurum. Argo konuşmak ve küfürlü konuşmak başka şeylerdir. Her argo bir küfür değildir ama her küfür bir argodur. Burada argoyu sınırlandırmamak ve olağan bir şeymiş gibi göstermek doğru bir çıkarır olmamıştır. Sokakta belden aşağıyı konuşan gençlere rastlamamak imkansız gibi bir şey, hatta gençlerin çoğu en yakın arkadaşına küfür ederek hitap ediyor. Şimdi nasıl küfürlermiş bunlar? Derseniz cevap vermem, buraya yazmam. Eğer siz bu yazdıklarımla karşılaşmamışsanız size önerim bulunduğunuz yer her neresiyse oradan asla ayrılamamanız olacaktır.

Üstat dördüncü maddeyi de şöyle açıklamıştır, ‘’ Bundan da mübâlağa hissesi düşüldükten sonra geri kalan hakîkat göz önündedir: Hiçbir konferans, bir futbol maçının uyandırdığı alâkayı çekemiyor. Dünyanın her yerinde böyledir.” diyecekler; “Evet, diyeceğim, fakat dünyanın hiçbir yerinde bizdeki kadar değil. Burada da gençleri mes’ul görmem. Cemiyet tabakaları içine yukarıdan aşağı saldığımız heyecanların ve zevklerin başında “iddia sporu” yâni maçlar geliyor (ki asıl spor bu değildir). Yukarıdan aşağı diyorum çünkü bir maçta memleketin en otoriteli insanlarını, seyircilerin ön saflarında sıralanmış görürsünüz fakat bir konferansta, bunlardan hiçbirine tesâdüf etmezsiniz.’’ Üstadın buradaki açıklamaları bizi ziyadesiyle doyurmuştur. Kendisinin bu maddede ki açıklamalarına tamamen katılıyorum. Seksen sene evvelki bu tespitler şu anda daha da azmış şekilde kendini göstermektedir. Genç, karşı genci çok rahat bir şekilde bu spor sebebiyle bıçaklayıp öldürebilmektedir. Düşmanlık spordan sonra bir virüs gibi türemiştir. Tabi ki spor derken sadece iddia sporlarından bahsediyoruz. Rekabetin sadece sahada değil sokakta da devam ettiği hatta evlere bile girdiği sporlardan bahsediyoruz. Şehirlerde ki tiyatro salonları en ücra noktalarda ve gideni çok olmayan bir yer haline gelmiştir. Aynı şey kütüphane ve kitapçılar içinde geçerlidir. Belli bir yaşa gelmiş ufacık çocukların bile ilk kuralı bir takım seçmek ve karşı takıma düşman olmaktır. Bunu teşvik eden babadır, ağabeydir, kendinden biraz daha evvel bu kuralı öğrenmiş sokağındaki arkadaştır. İlk kuralı bir kitap seçmek olmayan, bir bilim insanını tanımak olmayan, ikinci bir lisan olmayan… Gençler daha da türemektedir.

Burada öncelikle iğneyi kendimize batırmamız lazım. Bu düzendeki rolümüzü çok iyi ezberlemeliyiz. Çizdiğimiz resmi sayfalar dolusu eleştirmek ancak alay konusu olur. Hücum ettiğimiz bu gençlik bizim topluma yansımamızdır. Gençlik bizim eserimizdir.