Geçmişte, amelsiz cennete girilebileceğini savunan Mürcie adında batıl bir grup vardı. “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resulüllah” demenin cennete girmek için yeterli olduğunu iddia ederlerdi. Günümüzde bu mezhebe mensup olduğunu iddia eden olmasa da, çok sayıda insan amel ve söylemleriyle aynı mezhebi çağrıştırmaktadırlar. Bu anlayış, isim olarak telâffuz edilmese de –ne yazık ki- yaygın düşünce hâline gelmiştir.

Amelsiz iman ve Müslümanlık, münafıkların en bariz özelliğidir. Resûl-i Ekrem, Allah Teâlâ’dan şunu aktardı. “...Kulum, bana farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle yaklaşamaz…’ İslâm, hayata geçmeyen inancı nifak ve yalan olarak niteler. “…Onlar (münafıklar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hâtıra getirirler” âyeti, münafıkların namazı terk etmediklerini; ancak üşenerek namaza kalktıklarını, tamamıyla Allah’ı anmaktan geri kalmasalar da, gereği gibi Allah’ı anmadıklarını haber verir.

Ashab döneminde söylemini hayata geçirmeyenler “münafıklar” olarak telakki edilirdi. Hz. Peygamber’in de, “Ümmetim için en fazla korktuğum, (dil uleması; yani söylemleri dilde kalan) münafıklardır,” hadisleriyle işaret buyurduğu gibi; İslâm, tarih boyunca inkârcılardan ziyade, amelsiz kesimlerden çekmiştir.

Kur’an’da imanla iyi amellerin beraber zikredilmesi, “İbadet önemli değil, sen kalbime bak,” söylemine cevap niteliğindedir. Amel etmeyip imanla yetinenler “fasık” ve “asi” olarak nitelenirler. Amelsiz Müslümanlar cehenneme girerler, günahları miktarınca yandıktan sonra cehennemden çıkarlar.

Şeytanın Allah’a inanmama iddiası yoktu; Allah’a inanıyordu. Hem de Allah’a yemin ediyor, Allah’tan korktuğunu ifade ediyordu. Kur’an, Firavun’un boğulmadan önce “münafıkça” bir iman sergilediğini haber vermektedir.

Mü’minler, temiz aynaya benzerler; inançları hayata yansır. İnançlarının gereğini yapmayanlar ise, taş veya tahta gi¬bidirler; inançları hiçbir şeyi yansıtmaz. İslâm toplumlarının en büyük sorunu, inançlarını hayata geçiren şahsiyetlerin yetersiz ve azınlıkta kalmasıdır. Hz. Peygamber, toplumların helâkini amelsiz kesimlere bağlamıştır. “Ümmetim için ne mü’min ne de müşrik¬ten korkarım; mü’mini imânı korur, müşrik de şirkiyle bilinir. Endişe ettiğim kesim, amelleri olmayan, dil uleması münafıklar¬dır.”

Hz. Peygamber, günahları affedildiği hâlde ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Hz. Ebubekir, Allah korkusundan gözyaşlarını tutamazdı; gözyaşından dolayı Hz. Ömer’in iki yanağında çizgiler oluşmuştu. Hz. Osman, namazlarında Kur’an’dan onlarca âyet okurdu. Hz. Ali, geceleyin namazgâhında sakalları ıs¬lanıncaya kadar ağlardı. Said bin Müseyyeb, 40 yıl camide cemaatle namaz kıl¬mayı kaçırmadı. Esvet bin Yezit, rengi soluncaya kadar ibadet ederdi. Er-Rakkâşi de 40 yıl oruç tuttu. Buna rağmen hiçbiri “cenneti garantiledik,” demedi.

“İnandım,” demek yetseydi, kitap ehli kurtulurdu. Kur'an’da, Yahudilerin “gazaba uğramışlar”, Hristiyanların da “dalalette olanlar” olarak nitelenmesi, ellerindeki kitaplarla amel etmemelerinden dolayıdır. Ebu Derdâ, bu konuda şunları aktarır: “Hz. Peygamber’le beraberdik, bir ara gözlerini göğe dikti ve şunları buyurdu: “Gün gelecek, ilim insanları terk edecek, insanların onda hiç nasibi kalmayacak.” Ziyâd bin Lebid Ensâri sordu: “Ey Allah’ın Resûlü, Kur’an okuduğumuz hâlde ilim bizi nasıl terk edecek ki? Allah’a yemin olsun ki, hem okumaya, hem de hısım ve çocuklarımıza okutmaya devam edeceğiz. Hz. Peygam¬ber şöyle dedi: “Ey Ziyâd, Allah seni ıslah etsin! Ben seni Medine’nin en akıllılarından zannederdim. Yahudi ve Hıristiyanların elinde de Tevrat ve İncil yok muydu?” Tevrat ve İncil ellerinde olduğu hâlde, onlarla amel etmediler ve helak oldular. İnançlarını hayata geçirmeyenlerin durumu şizofreni hastasını andırır. Şizofreni hastası, aynı anda kendini değişik iki şahsiyet olarak görmektedir.

Müslümanlar olarak şunu bilmeliyiz: Her Müslüman, aynı zamanda İslâm’ın temsilcisi konumundadır. Yapacağı hata İslâm’a mal edilir. Muarızlar şöyle der: Dini bu hareketleri tasvip ettiği için yapmaktadır. Bunun önüne geçmek için hitap ettiğimiz kesimlere şunu hatırlatmalıyız: Ey insanlar! Sizleri İslâm’a davet ediyoruz; ancak bizler henüz İslâm’ın istediği manada Müslüman olamamışız. Bu nedenle bizi görüp de aldanmayınız. Biz bir vadide, İslâm başka bir vadidedir. Bizleri görüp de İslâm’dan uzaklaşmayınız. Allah Teâlâ cümlemizi inancını hayata taşıyan kullarından eylesin. (Âmin).

(Merhum Abdulcelil Candan’ın İlmi Hutbelerle Minberin Gücü adlı kitabından alınmıştır.)

DİPNOTLAR

Buhari, Rikak, 38.
2 Nisâ, 4/142.
3 İbn Hanbel, Müsned,1/22.
4 Haşr, 59/16.
5 Bkz.İsrâ, 17/102.
6 Münzirî, et-Terğib, 1/67.
7 İbn Cevzi, Saydu’l-Hâtır, s.71.
8 Tirmizi, İlim, 5.

HADİSLERİN IŞIĞINDA
KARDEŞLİK HUKUKU: İSLAM KARDEŞLİĞİNDEN DOĞAN HAKLAR

“Müslümanın Müslüm üzerindeki hakkı altıdır: Karşılaştığın zaman selam ver, seni davet ederse davetine katıl, senden nasihat isterse nasihat et, aksırınca Allah’a hamd ederse “Yerhamukellah” de, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenazesine katıl.” (Müslim, Selam 5)

Peygamberimizle ilk kez tanışan sahabeden Cabir bin Süleyman (ra) Efendimize,
- Ey Allah’ın Resulü! Biz çölde yaşayan kimseleriz. Yüce Allah’ın sevap vereceği şeyleri bize öğret, dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav):

- Hiç kimseye ve hiçbir şeye kötü söz söyleme, buyurdu.

Hz. Cabir (ra),
- Ben de o günden sonra hiç kimseye ve hiçbir hayvana kötü söz söylemedim dedi.

Bunun üzerine Resulullah, tavsiyelerine şöyle devam etti: “Allah’a karşı gelmekten sakın. Hiçbir iyiliği küçük görme. Müslüman kardeşinle konuşurken güler yüzlü ol; çünkü güler yüzlü olmak bir iyiliktir. Sakın kibirlenme! Çünkü Allah kendini beğenenleri sevmez. Eğer bir kimse sende bulunduğunu bildiği bir kusur nedeniyle seni kınarsa, sana hakaret etse bile, sen onda olduğunu bildiğin bir kusurdan dolayı onu kınama! Bu tutum sana sevap, ona günah kazandırır.” (Ebu Davut, Sünen, Libas, 24; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c 4, s.65)

Müslümanlar olarak birbirimize karşı hak ve görevlerimiz vardır. Bu hak ve görevlerden bazılarını Peygamberimiz (sav) bizlere şöyle hatırlatmaktadır:

“Müslümanın Müslüm üzerindeki hakkı altıdır:
Karşılaştığın zaman selam ver,
seni davet ederse davetine katıl,
senden nasihat isterse nasihat et,
aksırınca Allah’a hamd ederse “Yerhamukellah” de,
hastalandığında onu ziyaret et,
öldüğü zaman cenazesine katıl.” (Müslim, Selam 5)

Peygamberimizin dikkatimizi çektiği bu hususlar iyi bir Müslüman olmanın, insanlarla güzel geçinmenin, kardeşliğin, yardımlaşmanın, sevinci ve kederi paylaşmanın, şefkat ve merhamet toplumu olmanın temel unsurlarıdır.

Müslümanlara karşı vazifelerimizin başında onlarla selamlaşmak gelir. Selamlaşmak aynı zamanda bir insanın güvenilir bir Müslüman olduğunu gösteren paroladır. “Önce selam, sonra kelam” atasözü aramızdaki güzel uygulamayı veciz bir şekilde ifade eder. Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şerifte “…Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, İman, 93) buyurarak selamlaşmamızı emretmektedir.

Hastalık insanın neşesini giderir, üzüntü, sıkıntı ve kederini artırır. İşte öyle bir anda, sağlıklı iken yanında olduğumuz insanların hastalığında da yanında olmalıyız. Onların tekrar sağlıklarına kavuşmaları için dua etmeli ve tedavilerinde onlara yardımcı olmalıyız. Bu tavrımız onları sevindirir, morallerini yükseltir. Böylece yalnız olmadıklarını hissederler. Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şerifte hasta ziyaretinde bulunanları şöyle müjdelemiştir: “Kim bir hastanın halini hatırını sormaya gider veya Allah için sevdiği bir kişiyi ziyaret ederse bir melek ona şöyle seslenir: ‘Ne mutlu sana! Güzel bir yolculuk yaptın. Kendine cennette bir konak hazırladın!” (Tirmizi, Birr, 64; İbn Mace, Cenaiz, 2.)

Müslümanlar, sevinçli anlarında olduğu gibi kederli zamanlarında da birbirlerinin yanında olmalıdırlar. Örneğin bir Müslüman kardeşimiz vefat ettiği zaman bize düşen görev öncelikle onun cenaze namazını kılmak ve defin işlemlerinde yardımcı olmaktır. Ayrıca ölen kişi için dua etmek, onun yakınlarına taziyede bulunmak, onlara sabır tavsiye etmek ve cenaze evine yemek götürmek de görevlerimizdendir.

Bir gün Resül-ü Ekrem (sav),
- Bugün hanginiz oruçlu, diye sordu.

Hz. Ebu Bekir (ra),
- Ben oruçluyum, dedi.

Peygamberimiz (sav),
- Bugün hanginiz cenazenin arkasından gitti, dedi.

Hz. Ebu Bekir (ra),
- Ben gittim, dedi.

Peygamberimiz (sav),
- Bugün hanginiz bir fakiri doyurdu, diye sordu.

Hz. Ebu Bekir (ra),
- Ben doyurdum, dedi.

Peygamberimiz (sav)
- Bugün hanginiz bir hastayı ziyaret etti, dedi.

Hz. Ebubekir (ra),
Ben ziyaret ettim, deyince Peygamberimiz (sav):
- Bu özellikler kimde toplanırsa, o mutlaka cennete girer, buyurdu. (Müslim, Zekat, 87; Fezailu’s-Sahabe, 12)

Davete icabet etmek, davet edilen yere gitmek bizler için önemli vazifelerden biridir. Peygamber Efendimiz, sahabe-i kiramın davetlerine icabet etmiştir. Davet edenin toplum içindeki sosyal mevkiine zenginlik ve fakirliğine göre bir ayrım yapmamıştır. Çünkü davetler, zengini ve fakiri, yaşlısı ve genciyle inananların birlikte bulunduğu ve aralarında ülfetin, muhabbetin, şefkat ve merhametin tezahürünün görüldüğü birer hayır meclisi niteliği taşır.

İslam toplumlarının hemen hepsinde olduğu gibi, özellikle ülkemizde çeşitli vesilelerle, yaygın olan davet adetimiz, dini hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bunları meşru bir şekilde devam ettirmek, sağlıklı bir toplum yapısını korumanın da vesilesidir. Bununla birlikte haram ve günahların işlendiği davetlere icabet etmek de dinimizde doğru bulunmamıştır.

Peygamberimiz (sav), “Aksırmak Allah’tan, esnemek şeytandandır.” (Tirmizi, Edeb, 7) buyurur. Aksırmanın, sağlık açısından pek çok faydaları vardır. Buna karşılık esnemenin tembellik belirtisi olduğu kabul edilir. Bu durumda aksırmak bir nimettir. Allah’ın bütün nimetlerine hamd etmek, Müslümanın kulluk vazifelerinden biridir. Bu sebeple aksıran kimse “elhamdülillah” der. Aksıranın hamd ettiğini duyan Müslüman da “yerhamukellah” diye karşılık verir. Bunun anlamı “Allah sana rahmetiyle muamele etsin” demektir. Aksıran da kendisine dua eden Müslüman kardeşine “yehdina ve yehdikümullah” yani “Allah bize de size de hidayetinin devamını nasip etsin” diye karşılık verir. Bütün bunlar, Müslümanların en küçük ayrıntılarda bile birbirlerine karşı bir takım hak ve sorumluluklarının olduğunu ve birbirlerine her an dua etmelerinin önemini göstermektedir.

Müslümanların en önemli görevlerinden biri de iyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmaktır. Bu görevimizi başta nasihat olmak üzere çeşitli yollarla yerine getirebiliriz. Peygamberimizin “Din nasihattır…” (Müslim, İman, 95) hadis-i şerifi de dinde samimi olmayı ve bu konuda mü’minlerin birbirlerine hayır tavsiyesinde bulunmalarını hatırlatmaktadır.

Peygamberimizin ifadesiyle Müslümanlar bir vücudun organları gibidirler. (Buhari, Edeb, 27) Vücudun sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesi için her organın görevini yerine getirmesi ve birbirleriyle uyumlu olması gerekir. Bizler de Müslümanlar olarak birbirimize karşı hak ve görevlerimizi yerine getirmeliyiz.

DUA
Allah’ım! Dertlilerimize deva, hastalarımıza şifa, ölmüşlerimize rahmet eyle.
Allah’ım! Müslüman kardeşlerimize karşı kalplerimizde en ufak bir kin bırakma. Kardeşliğimizi pekiştir. Bizi ve tüm Müslümanları bağışla.

NÜKTE-HİKMET
Daha Büyüğünü Kaybettin!

Muhacirlerden biri, çabuk çabuk namaz kılan birini gördü.
Ona, niye böyle hızlı namaz kıldığını sordu.
- Ta’dil-i erkana riayet etmek gerekmez mi, dedi.

Adam:
- Namaz kılarken, kaybettiğim bir şeyi hatırladım da onun için deyince:
- Ama daha büyüğünü kaybettin, karşılığını verdi.
Yani, o zat, namazı ta’dil-i erkana riayet etmeden yarım yamalak kılmakta, hatırladığı dünyevi kaybından çok daha büyük bir kayba girmiş, namazdaki huzur ve sevabı kaybetmişti.


Hazırlayan: M.İkbal Candan

 

Editör: TE Bilisim