İnsan bazen çok istemesine rağmen, derin düşünce yoğunluğundan bir türlü bir şeyler yazamaz. Acı adeta ellerine kelepçesini vurur.

 

Kelimelerin anlamını yitirdiği, duyguların deforme olduğu bir ortamda, yaşadıklarımıza anlam vermek gerçekten karanlık bir labirentte yol alırken el yordamıyla hakikati bulmaya çalışmaya dönüştü. Ne oluyor, nereye gidiyoruz?

 

Karanlık bir tünelde, el yordamıyla hakikati aramaya mecbur bırakılmamızda kim kazançlı çıkabilir?

 

Tünelin sonunda ışığın olabileceği ihtimalini, sıkılmış dişlerimizin, yumruğumuzun arasında tüketiyoruz. Şiddetten, kaostan beslenen postmodern ırkçılık konsepti “Esedullah” kriptosuyla yeniden devrede, ezme, susturma, aşağılama veya cezalandırma bir yöntem olarak yeniden sahneleniyor.

 

Defalarca denenenin yeniden tecrübe edilerek, bundan farklı bir sonuç çıkabileceği ümidiyle geleceğe dair bütün hayırlar imha ediliyor.

 

Beyaz Toroslar, sokağa çıkma yasağı esnasında duvarlara yazılan hezeyan seviyesindeki sloganlar bir tarafa, Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin, geçtiğimiz gün Sur ilçesinde güvenlik güçleri ve YDG-H arasındaki çatışmalarda, bu ilçede bulunan tarihi dört ayaklı minarenin hasar görmesi nedeniyle, bir grup aktivistle beraber “İnsanlığın bu ortak mekânında savaş çatışma istemiyoruz, tarihimize kültürel mirasımıza sahip çıkalım" konulu açıklama sonrasında, menfur ve alçakça bir silahlı saldırı sonucu başından vurularak hayatını kaybetmesi, bugüne kadar yaşadıklarımızı gölgeler boyuttaydı.

 

Tahir Elçi içinde yaşadığı toprakların ve toplumun sorunlarına bigâne kalmamış, İnsan Haklarına ve hukuka saygılı bir sistemin kurulabilmesi için mücadele etmiş bir kişiliktir.

 

Kim olursa olsun, her koşulda ve herkese karşı İnsanın Yaşam Hakkını savunmuş, kimden gelirse gelsin Hak İhlallerine karşı çıkmıştı. Çatışmanın bir yöntem olarak tercih edilmesini onaylamamış, adaleti, barışı, hukukun egemenliğini ve toplumsal kardeşliği önemsemiş cesur bir hukukçuydu.

 

Ömrünü faili meçhullere, tehditlere ve baskılara karşı mücadele vererek geçirmiş bir insan olarak “barış” dediği için, “PKK terör örgütü değil bu toplumun gerçeğidir, onlar Kürt halkının çocuklarıdır” mealinde sözler sarf ettiği için katledildi.

 

Tehditler karşısında: “Allah hepimize onurlu bir yaşam ve ölüm nasip etsin. Önemli olan nasıl öldürüldüğümüz değil nasıl yaşadığımızdır. Bizler her saniyemizi halkımızın değerlerine, kutsallarına bağlılıkla geçireceğiz.” Diyerek, sahada olan barış gönüllülerine bir insanlık ve erdem dersi veren kişiliktir.  Son saniyesine kadar barışı ağzından eksik etmedi.

 

Çünkü bütün acılara, ötekileştirmelere rağmen toplumun bir barış ortamında daha rahat olgunlaşabileceğini biliyordu. Kadim tarihlerden beri bu topraklarda yaşayan insanların da barış ve özgürlük içerisinde yaşamasının hakları olduğunu söyler ve bu yaşananların, kan, savaş ve ölümlerin bir kader olmadığını ve dayatıldığını ifade ederdi.

 

Baskı, şiddet, yasak, susturmaya çalışmak ve kaos sürekli olarak karşıtını güçlü bir şekilde üretmiştir, üretir. Toplumu kamplaştırır ve birbirine düşman hale getirir. Defalarca bunun toplum üzerindeki etkisiyle ilgili ciddi tecrübeler yaşandı, analizler yapıldı. Örnek olarak, 80 Askeri Darbesi’nin neticesinin ne olduğunu artık herkes iyi biliyor.

 

Yine kırk yıla varan çatışma sürecin toplumu nasıl deforme ettiği ve karamsarlığa sürüklediğini, yabancılaştırıp, soyutladığını yaşayarak görüyoruz. Çözüm kolay bir şekilde yapılacakken, işi yokuşa sürmek geçmiş tecrübelerden ders alınmadığını gösteriyor.

 

Çatışma sürecinin yeniden kapımıza dayanmasında herkes suçu üzerinden atma çabası içerisinde. “Barış” denilen süreçte, köylü kurnazlığıyla hazırlıklar bütün hızıyla devam ederken samimiyet testinin aşılamadığını ortaya konan sonuçtan rahatlıkla okuyabiliyoruz.

 

Kamu Güvenliği Yasaları, çok yönlü hazırlıklar ve batıdan bölgeye yoğun teçhizat ve güç kaydırılması karamsar günlerin habercisiydi aslında.  

 

Düşmanlık tohumları üzerinde yeşerenden hayır gelmez. Kan, öfke, düşmanlık ve gözyaşına endeksli refleksler en çok kendi sahibine zarar verir. İçinde yaşadığı ormanı yakarak fayda sağlamaya çalışan, en fazla kendisine zarar verir.

 

Nehri tersinden akıtma gayreti içerisinde olanların sahada yaptıklarını bilmekle birlikte, barış adına iktidarın ortaya koyduğu umut verici, güven pompalayıcı akıl toplumda bir illüzyon etkisi yaratmış ve adeta devletin bin yıllık ritüeli değişmiş görünümü verilmişti.

 

Barış sürecinde oluşan olumlu atmosferin bozulmaması için herkesin kendi alanında gayret gösterdiği bir zamanda artarak devam eden şiddet, baskı, tutuklama, ölümler, tehditler ve mezar tahripçiliği toplumun büyük kesimlerinde endişe uyandırmaktadır.

 

Ölümle birlikte “kişi” olmaktan çıkan “ölüyü” cezai himayenin konusu yapan yasalar, “bir kimsenin öldükten sonra hatırasına hakareti, ölünün cesedini veya kemiklerini almayı” cezalandırmaktadır.

 

Toplum hep bunun aksine şahit oldu. Böyle olduğu içindir ki, ölülerine saygılı olan erdemli toplumlar, ölüyü, din hürriyetine karşı suçlar arasında cezai himayenin konusu yapmaktadırlar.

 

Barışa giden bu hassas süreçte, acıya ve mezarlara saygının ön plana çıkması gerekirken, haberlere yansıyan bu öfke ve tahammülsüzlük hali, barışa dair ümit ve beklentileri sekteye uğratmaktadır.

 

Ölüye dahi katlanmayan bu tahammülsüzlük örneği, vicdanla, barışa dair algıyla, insan onuruyla, insani değerlerle ve barış süreciyle bağdaşmayan ırkçı refleksler sergilemektedir. Ölüm, öfkenin, kinin, etnik düşmanlıkların son bulduğu andır. Ölmüş bir insan dünyevî yargılama mekanizmalarına karşı yükümlü değildir, olamaz da.

 

Ölen her insanın mezarının olması bir haktır. Hiçbir gerekçe bu haktan mahrum edilme sebebi olamaz ve onların mezarlarının talan edilmesi, İslami ilkelere, bütün uluslararası sözleşme ve yasalara göre suçtur.

 

İslam dini insanı ölüsüyle dirisiyle şerefli kılmış, cenazeye her türlü saygısızlığı haram kılmıştır. İslam, insana yaklaşımıyla insani değerler açısından en üst seviyeden bir fenomen ortaya koymuştur.

 

İnsan haklarından biri olan yaşama hakkına verilen önemin, insanın ölüsüne yani mezarına da verilmesi gerekmektedir. Barış, karşılıklı acılara saygı, bağışlama ve tahammül ile oluşur. Öldürülen insanların bedenlerinin çıplak teşhir edilmesi veya zırhlı araçların arkasına takılıp çekilmesi, buzdolaplarına mahkûm edilmesi hiçbir dinin ve insanlığın kabul etmeyeceği durumlardır.

 

Toplumun büyük ekseriyetin bu gidişattan hoşnut olmadığı 7 Ağustos seçimlerinde ortaya konan iradeyle gösterilmişti.

 

Aynı şekilde bir süre önce Silvan’da tankların yerleşim alanlarını terk etmesi esnasında gösterilen tepkiler veya cenaze merasimlerinde kullanılan ifadeler esasında toplumun genelinin çatışma süreci karşısındaki hoşnutsuzluğunun örneğiydi.

 

Yine aynı şekilde duvarlara yazılan “Devletin Gücünü Göreceksiniz” sloganları veya sosyal medyada ırkçılık içeren tehditler, esasında bu toprakların yabancısı ve düşmanı düşüncelerdir ve bunların bölücülükten, ötekileştirmeye çalışmaktan ve insanları düşman kamplara bölmekten başka bir işe yaramadığını artık herkes iyi biliyor.

 

Tahir Elçi’nin cenazesinde hanımına resmi görevlilerin tehditler savurması tarihin hiçbir döneminde din ve ahlaki değerler açısından makul karşılanan refleksler değil. Bu pervasızlığı inşa eden akıl iflas etmiş akıldır.

 

Ortadoğu’nun giderek ısındığı ve tehlikeli bir sürece evirildiği bir zamanda, ülke içinde çatışmayı daha da alevlendirmek kimseye kazandırmayacaktır. Bu topraklarda haksızlığa, hukuksuzluğa, ayrımcılık uygulamalarına tepki gösterenlerin egemenler tarafından hoş karşılanmadığını, tutuklanmalardan, tehditlerden veya siyasi suikastlardan iyi biliyoruz. Ama buna rağmen inandığımız değerler ve insanlık onurumuz bizi barışı dilendirmekten alı koymuyor. Koymamalıdır.

 

Tahir Elçi’nin vurulmasında barış elçilerinin susturulmak istenmesine benzer Saikler aranabilir. Birçok cinayet gibi bu siyasi cinayetin tam olarak aydınlanacağı çerçevesindeki şüpheleri bertaraf etmek samimi bir çabanın ortaya konmasıyla mümkündür. Eğer toplumun tamamını kuşatıcı ve kucaklayıcı bir irade ortaya konulursa o zaman devletin sadece imtiyazlıların devleti olduğu, “katilini koruduğu” algısı kırılır.  

 

Aynı şekilde tüketilen güven yeniden inşa edilmiş ve hukuk karşısında eşitlik ilkesine uyulduğu ispatlanmış olur. Barışı dilendirmekten ve toplumdaki gerçeği haykırmaktan başka hiçbir suçu olmayan Elçi gibi bir insanın katledilmesi karşısında, eğer batıdaki insanlar aynı acıyı duymuyorlarsa, durup düşünmek lazım. Sıkıntı, felaket ve acıda bile ortaklaşamayan bir toplumu bir arada tutmak geçmişe nazaran daha da zorlaşır.

 

Evet, gerçekleri, hakikati veya gelişmelerden başımıza gelebilecekleri haykırmak zor ve birilerini rahatsız eden bir duruştur ama her tarih diliminde olduğu gibi birilerinin sürüklendiğimiz bu felaketi açıklaması, bizi uyarması gerekir. Yaşananları, olayların gerisindeki gerçekleri ve hakikati gizleyerek hiçbir yere varılmayacağı artık bilinmelidir.

 

Şartlar ne olursa olsun gidişatın artık sonlandırılması ve Ankara’nın bu akıl tutulmasının frenine basması gerekir. Rüzgârın estiği yöne göre eğilmeden bedeli ne olursa olsun barışın yeniden inşası için vicdan kuraklığı yaşamayanların zaman geçirmeden devrede olması gerekir. Bir an önce Ortadoğu hayallerinden vazgeçilmeli, barışa yeniden dönülmeli ve buzdolabına konulan akıl çıkarılıp yeniden çözüm üretmelidir. Yeter artık. Yeter. Müzakere masasına dönülsün ve barışın temeli geçmişten ders alınarak, kalıcı bir şekilde daha sağlıklı temellerde yükseltilsin.

Editör: TE Bilisim