(Bu hikâye Van’da ve bir dolmuşta geçmektedir. Dolmuş şehir merkezi ile kampüs arasında sefer yapmaktadır. Hikâyedeki kurgu ve karakterler hayali olabilir ya da olmayabilir.)

 

Karakterler: Şoför, Yolcu (ben)

 

---- Yolcu el kaldırır ve dolmuş durur ----

 

Şoför: Buyurun, hoş geldiniz.
Yolcu: Bismillah, ne oluyor la?
Şoför: Kusura bakmayın, oturacak yer yok, ayakta kalacaksınız mecburen.
Yolcu: Hiç önemli değil, düşünmeniz yeterli. (afallama)

 

[Şoför] gerçek anlamda tıraş olmuştu. Gerçek olmayan tıraş ise trende uyacak diye tuhaf bir stilin ortaya çıkışı demektir. Giyilebilir bir gömlek (sade, omuzları ütülü olmayan) vardı üzerinde. Saati işlevine uygun, sadece zamanı göstermek içindi. Bütün bir eli kuşatan saatler de var çünkü. Saçlar bakımlı, jöle mütevaziydi. Her iki eli de direksiyondaydı; bacaklar debriyaj, fren ve gaz üçlüsüne sadık.  Direksiyona yapışık bir diz izine rastlanmadığı gibi direksiyon üzerindeki korna bölümü de yıpranmamış ve rengini korumaktaydı. Aynalara fırlatılan bakışlar tamamen trafik kuralları içindeydi. Dolce&Gabbana kemer değil, emniyet kemeriydi takılı olan. Hazırda bekletilen ve bacak arasına sıkıştırılan SAMSUNG bilmem S kaç telefondan eser yoktu. Yani bu şoför son sürat araba kullanırken bir yandan mesaj yazma zevkinden yoksundu.  Kapıyı açmak suretiyle tükürme eylemi gerçekleştirilmedi. Dolmuş gayet sade dekore edilmişti. Dantellerle içerisi baştan sona, sağdan sola ya da çaprazlama hatlar çekilmemiş, pembe ve muadili renklerle bir aydınlatma tercihine gidilmemişti. Ayrıca dolmuşta sigara içilmiyordu; sigara, geçmişten günümüze kadar içilmemiş gibiydi; sigara, içilecek gibi de görünmüyordu. Yani tüm zamanlarda sigara içimine dair bir emare yoktu. ‘Hayatı tespih yapmışım’ ve benzeri şarkılardan eser yoktu.  Müzik tercihi bir özene bezene yapılmıştı. İnanır mısınız Bach çalıyordu. İçerde herhangi bir “vecize” yoktu; misal, “Fakülteli”, “Küçük Prens”, “Çekemeyenler Anten Taksın”, “Biz Kimseyi Yarı Yolda Bırakmadık, Onlar Müsait Bi Yerde İndiler”, “Öyle Birini Sev Ki Sen Öldüğünde O Da Yaşamasın”, “Aşkımı Nereye Park Etsem Ceza Yiyorum”…

 

“Var mı otogar, cami, marangozlar, eski meydan, 1. Yol, 2. Yol, et balık, sivil savunma, esvan, sanayi 1, 2, tek, halı saha, okul yolu, kalecik… Var mı kampüs harici inen? Kampus harici inen? Kampüs?” Yani aynı durağı düz, devrik ve sadece durak ismiyle toplamda 3 defa zikrederek yolcuyu indirme gayretinde olan bir muavin de yoktu. Son model cep telefonuyla karşı hattaki gizemli kişiye ve belki de aslında hayali kişiye: “Le akşam ne yapağ?” “He, he..” diyen, nefesiyle ensenizi okşayan, tıklım tıklım olmuş dolmuşta yanındakine dokunmamak için çabalayan ama bunu başaramayan “boş” bir dolmuş (Boş Dolmuş: Ayaktaki yolcuların göbeklerini sonuna kadar içe çekmek suretiyle oluşabilecek boşlukta içeriye bir iki yolcu sığdırabilecek dolmuş türü) yolcularına  “abi orta boş, ortaya ilerleyelim” romantizmi yaşatmaya çalışan, ya da “sen kalk abla otursun” gibi imperatif cümle türlerine örnek veren bir muavinin olmadığı bir dolmuş ortamından bahsediyorum. Evet, durum tam da böyleydi.

 

Bir açık arıyordu gözlerim ama nafile. Frenle irkildim. Kırmızı ışıktaydık ve 29 saniye vardı yeşilin yanmasına. Kaptanımız sakin duruyordu; diz hareketsiz, vites moladaydı. Yeşil ışık yanıncaya kadarki süreyi değerlendirip yanındaki kişilere temiz bir çevrenin yol haritasını çiziyor, belediye başkanı olsaydı vakit kaybetmeden atacağı adımları sıralıyordu. Olsaydılarıyla yapacakları yine de inandırıcı geliyor, yakınındakilerde inceden “helal olsun” duygusu uyandırıyordu. Ve tek haneli rakamlardaydık. Olacakları öngörebiliyordum:  5. saniyede korna çalacak, 4.’de hareket edecek ve henüz 20 metre gitmeden eli en uzak vitese varmış olacaktı bile; lakin… Şaşırtıcı derecede şaşkındım. Bu kadar hatasızlık bu kişinin bir tür Alman yapımı olabileceğini duygusu uyandırıyordu. Kısacası her şey ama her şey olmadığı kadar olması gerektiği gibiydi.

 

Şoför: Nizamiyeye yaklaşıyoruz. Kimliklerinizi hazırlayabilir misiniz lütfen? Teşekkür ederim.

 

Yok, hayır abi yok bu gerçek olamazdı. Cimciklemeler, göz açıp kapamalar… Hiçbir uğraşım bu hakikati değiştirmiyor, bilakis her şey, böyle bir şeyin imkânsızlığı kadar gerçekti. Takdir edilesi, eli öpülesiydi. Israrla omuzumu sıkan el, beni bu durumdan alıkoymaya yetmiyordu, ta ki yüksek bir sesle irkilene kadar:

 

– “Oğlum, bu nasıl bir uyku! Kalk kahvaltı yapacağız, çay soğudu”.

– “Offf!  Tamam anne, geliyorum”.


Kepçe yazdı...

Editör: TE Bilisim