İslâm, insanlığı tek bir aile olarak değerlendirir. Ailede tek bir muhtacın kalmamasını hedefler, gereken tedbirleri alır. Fedakârlık ve yardımlaşmayı farz kılar. Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi olduğu ve yer göklerin anahtarı elinde olduğu hâlde bizden fakir kullarına yardım talep etmektedir. Bu vesileyle bizleri sevindirmek ister.

 

Bize verdiğinin belli bir miktarını, karşılığı cennet olmak üzere bizden talep ediyor. Nesâî’nin rivâyet ettiği bir hadiste Resûl-İ Ekrem şöyle buyurmuş: “…Bir kulun kalbinde cimrilik ve iman asla bir arada bulunmaz.”[1] 

 

İslâm, toplumda sosyal adaletin gerçekleşmesi için değişik yardımlaşma yöntemlerini emretmektedir. Şöyle ki: Fedakârlık ve yardımlaşmanın en büyüğü, kişinin en kıymetli varlığı olan canını Allah yoluna adaması ve kurban etmesidir; yani şehit olmasıdır. Yardımlaşmanın diğer bir çeşidi de, ilimle yapılan yardımlaşmadır. Hadis-i şerifte “İlmini gizleyenin ağzına ateşten gem vurulacağı,”[2] belirtilmiştir.

 

İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma da yardımlaşma kapsamındadır. Birbirine karşı bu vecibeyi ihmâl edenler, kıyamet gününde birbirlerinden davacı olacaklar. Yardımlaşmanın diğer bir türü de manevî olanıdır. Müslümanların birbirlerine duacı olmaları, kendileri için istediklerini birbirleri için de istemeleri manevî yardımlaşma kapsamındadır.

 

Allah yolunda infak, harcama ve yardımlaşma manevî bir temizliktir. Fakir ve zenginler arasında meydana gelen kin ve sürtüşme ve düşmanlığı giderir. Toplumu, fakirlik ve yoksulluğu istismar eden zararlı akım ve ideolojilerden korur, birbirine yardımcı ve duacı kılar.

 

Ahirette aç, susuz ve çıplak kalmak istemiyorsak, şimdiden tedbirimizi almak durumundayız. Her ceza ve mükafat, kendi cinsinden olduğundan, bu dünyada Allah için ikram edenler; ahirette tok ve giyimli olarak haşır olacaklar, Havz-ı Keser’den kana kana içeceklerdir.

 

Mal, mülk Allah’ındır. Dileseydi herkesi zengin kılardı; ancak her hususta olduğu gibi, mal konusunda da insanları imtihana tabi tutmaktadır. İnsanlık tarihinde fakirlerin hakkını gasp edenlerle ilk olarak savaş ilan eden İslâm dinidir. Hz. Ebubekir, kendi döneminde zekât vermeyenlerle çetin bir şekilde mücadele etmiş ve fakir ve muhtaçların hakkı olan zekâtı vermedikleri takdirde kendileriyle savaşacağını ilan etmiştir.

 

Bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi, Allah Teâlâ, muhtaç insanların tamamına yetecek şekilde her tür ihtiyacın teminini emreder. Buna rağmen, fakirlerin bulunması, zenginlerin hakkıyla görevlerini yapmadıkları anlamına gelir.

 

Bu nedenle hakları verilmeyen ve gasp edilen fakirler kıyamet gününde,“ Ey Rabbimiz, hakkımızı şu varlıklılara emanet etmiştin. Ne var ki haklarımızı gasp ettiler, bizleri muhtaç ve zelil bıraktılar, cezalandırılmalarını istiyoruz.” diyeceklerdir. Mahşerde konuyla ilgili vuku bulacak davalardan bir tanesi de, fakir ile zengin akrabalar, yine fakir ile zengin komşular arasında gerçekleşecektir. Fakir akrabalar, kendilerine yardım etmeyen zengin akrabalarını, fakir komşular, kendilerine yardım etmeyen zengin komşularını Allah Tealâ’ya şikâyet bağlamında şöyle diyecekler: “Ey rabbimiz! Bu varlıklılar, mallarında farz kıldığın haklarımızı gasp ettiler, bizleri zelil ve sefil bıraktılar.

 

Cömertlik; kişinin sahip olduğu malından, mülkünden ve imkânından Allah rızası için muhtaçları gözetmesidir. Ne var ki İslâm, cömertlikten daha da erdemli olan îsârı; yani başkasını kendi nefsine tercih etmeyi emreder. İslâm’ın hedeflediği ve öğrettiği ideal seviye budur. Bundan sonraki derece kardeşimizi kendimiz gibi, en düşüğü ise kardeşimizi en azından işçi veya yardımcımız kadar düşünmek ve ona yardımcı olmaktır.

 

Kur’an, “Haydi, hep beraber hayırlara koşun, yarışın!”[3] gibi âyetlerle hayırda yarışmayı emretmiştir. İbn Teymiyye el-Harranî, Şam’da çarşıda yürürken bir dilenci kendisinden yardım ister. Cebinde verilecek bir şey bulamayınca, gömleğini çıkarıp kendisine verir.

 

Resûl-i Ekrem, “Kim bir Müslüman’ın meşru bir ihti­yacını karşılarsa, bir ay itikâf yapmış sayılır,”[4] hadisini düstur edinelim. Maddî imkânla destek veremediğimiz kardeşlerimize, hiç değilse, selam, tebessüm, merhaba, müsafaha, dua vb. iletişimlerle gönüllerini kazanmaya çalışalım. İbn Ömer, halka selâm verip, selâm almak niyetiyle toplum arasına katılırdı. Said bin Müseyyeb de karşılaştığı insanlarla müsafaha yapabilmek gayesiyle halk arasına katılırdı.[5]

 

Muhterem Müslümanlar!

Karşılıklı haklarımızdan birisi, birbirimizi zulüm ve haksızlığa karşı korumak ve desteklemektir. Bir Müslüman’ın zulme uğraması, bütün Müs­lümanların zulme uğraması anlamındadır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Zulmün önüne geçemiyorsanız, zulüm yapılan yerde durmayın.

 

Çünkü zulüm yapılan yerde durup da mazluma yardım etmeyenin üstüne lanet yağar.” “Kim bir mazlumun hakkını almak gayesiyle kendisine yardım etse, ayakların kaydığı kıyamet gününde, Allah Teâlâ ayaklarını sıratta sabit kılar.” Bu görev, makam ve yetki sahipleri için daha da önem kazanır.

 

Cenabı Allah yaptığımız ve yapacağımız hayır ve hasenatı katında kabul eylesin.(Âmin).

 

Abdulcell Candan’ın İlmi Hutbelerle Minberin Gücü adlı kitabından alınmıştır.

 

 

[1] Nesâî, Cihad, 8

[2] Tirmizi, İlim, 3

[3] Bakara, 2/148.

[4] Bkz. el-Elbânî Nasiruddin, Sahihu Camii’s- Sağir,1/97.

[5] Tantâvi, Muhammed Said, Resâilu’l-Mesid, s. 13. 

Editör: TE Bilisim