Seferi, Hazreti Ömer'in hilâfeti zamanında yapılmış ve bol miktarda ganimet elde edilmişti. Ganimetler arasında kıymetli kumaşlar da vardı. Harpten dönüldükten sonra ganimetler ashap arasında dağıtılmış ve herkes hissesine düşeni almıştı. Hazreti Ömer, kendisininki ile oğlu Abdullah'ın kumaş hissesini birleştirerek üzerine bir elbise diktirdi. Bir cuma günü üzerindeki yeni elbisesiyle hutbeye çıkıp "Ey müminler beni dinleyin ve bana itaat edin" diye seslendiği zaman, ashaptan biri ayağa kalktı. "Üzerindeki elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemiyor ve sana itaat da etmiyoruz. Çünkü ganimetten bizlere düşenle bir elbise yapmak imkânsızdı. Sen nasıl oluyor da kendine bir elbiseye yetecek kumaş alabiliyorsun" dedi. Hazreti Ömer, oğlu Abdullah'a "Ey Ömer'in oğlu kalk cevap ver" dedi. Abdullah bin Ömer, ayağa kalktı: "Allah'a yemin ederim ki, babamın üzerindeki kumaşın yarısı benim hisseme düşen kumaştır. Babam ikimizinkini birleştirdikten sonra elbise yaptı" dedi. Hazreti Ömer'in oğlunu dinleyen tekrar ayağa kalktı ve "Ya Ömer, şimdi konuş. Hem seni dinliyor ve hem de itaat ediyoruz" dedi. Hazreti Ömer, ancak ondan sonra hutbesini okumaya başladı.

Kim olduğun önemli değil, bir halife ve ya o devrin halife efradı olsun herkes eşittir. Bir kimseye hak ettiğinden fazla vermek, başkalarının hakkını çiğnemek olduğu gibi, eksik vermek de, hakkı gasp etmek, yani adaleti ihlâl etmektir. Gerçek müminler, böyle bir cürümden son derece sakınırlar. Yani mümin, vicdanen, her hak sahibine hak ettiğini vermek mecburiyetindedir. Halife Ömer gerektiği yerde hak üzerine yapılan bir eleştiriye hak adına samimiyetle hesap verebilmektedir.

Zira İslâm, hayatın her safhasında ve her hâlükârda âdil davranmayı emretmektedir. Öyle ki, Allah’ın razı olduğu şekilde yaşamak, ancak hak ve adalet dengesine riayet ölçüsünde gerçekleşir. Yani adalet mefhumu, ilâhî emir ve yasakların merkezindedir. Dolayısıyla bu da, müminin; önce Yaratan’ına, sonra bütün mahlukata, sonra da kendi nefsine karşı âdil davranmasını gerektirir. Allah hiçbir kesimi kul hakkını yememekten muaf tutmamıştır, siz hak yiyebilirsiniz çünkü benim yolumda gidiyorsunuz dememiştir. İnsanı yeryüzünün halifesi olarak yaratan Allah Hz Muhammed i de bu halifeye elçi olarak göndermiş ve o elçi ki Kabe’nin anahtarını bir gayri Müslime emanet etmiştir, bu onun hakkı çünkü o bu işte bizden daha ehil demiştir.

Şu hâlde her mümin, ölçüp tartarken, insanlar arasında hüküm verirken, konuşurken, yazarken, şahitlik ederken âdil davranmak mecburiyetindedir. Ayrıca ilâhî hakikatlere ve ibadetlere de gereken ehemmiyeti göstermek ve onların hakkına riayet etmek mecburiyeti de vardır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak için bir hak, kul için bir borç ve vazifedir. Günümüzün alim eşrafı etrafında meydana gelen her türlü hak ihlalinde gözünü ve kulağını şahitlikten uzak tutup sesini etmemesi de kul hakkının en samut ortaklığıdır. Allah her kulu sorumlu tutuğu adalet semasında alime bin kat daha büyük sorumluluk yüklemiştir. Alimin hatası mümini güvensizliğe, güvensizlik itaatsizliğe ve itaatsizlik ise kulu küfre götürecektir. Alim ve alimin hitap ettiği kesim, etraftaki her insandan sorumludur ve İslam şuurunu insana aşılamak ancak bu yolda hak ve adaletle olur. Eğer bir mümin, bu şuur ile hak ve adalet ölçüleri içerisinde yaşarsa, “Ahsen-i takvim”e, yani “en güzel yaratılış kıvamına ulaşır. Çünkü hak ve adalet, Allah’ın sıfatlarındandır. “el-Adl” ism-i şerifi, Allah Teâlâ’nın, hak ve adaletin mutlak sahibi ve bizzat kendisi olduğunu ifade eder.

Cenâb-ı Hakk’ın bu yüce ismi, her zaman tecelli hâlindedir. Bilhassa ilâhî mahkemenin kurulacağı ahrette bütün ihtişamıyla tecelli edecektir. Ayeti-i kerimede buyrulur: “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.” (el-Enbiyâ, 47)

Unutmamalı ki, kullarına hak ve adaleti emreden Allah Teâlâ, daima mazlumların yanındadır. Dünya âleminde hak, hukuk ve adaleti çiğneyerek yakayı kurtardığını zannedenler, bir gün “Hâkimlerin Hâkimi” Allah Teâlâ’nın huzurunda boyun büküp hesap vereceklerdir. Diyebiliriz ki, hak ve adalet bahsinde en büyük hesabı, varlıklar içerisinde insanoğlu verecektir. Çünkü insan, yaratılmışların en şereflisi olarak bütün varlıkların kendisine amade kılınması dolayısıyla onların hak ve hukuklarının mesuliyetini de üzerine almıştır. Bu itibarla insan, sadece kendine ait hakları değil, bütün varlıkların haklarını korumakla da vazifelidir. Yani bitkilerin de, hayvanların da, eşyanın da haklarını muhafaza mesuliyeti, insana aittir.

Kıyamet günü insanoğluyla beraber diğer varlıklar da dirilecekler ve dünyada iken çiğnenen haklarını alacaklardır. Bunun için, bir hayvana cefa vermek, onu haddinden fazla yormak, hatta lüzumsuz yere yaş bir dalı koparmak bile dinen yasaklanmıştır. Hatta zararlı bir mahlûku zaruret dolayısıyla öldürürken dahi zulmetmek caiz kılınmamıştır. Meselâ bir yılanı bertaraf ederken bile, eziyet etmeden, bir vuruşta öldürmek emredilmiştir.

Velhâsıl her mümin, hak ve hukukun derin manasını en güzel şekilde kavramak ve hayatı boyunca da adalet terazisini düzgün kullanmak mecburiyetindedir. Mümin için, hak ve adaleti yaşayıp tevzi etmek, en büyük fazilettir.

ERCÜMENT ZÜNGÜR