Dünya hiç olmadık büyük bir değişimin eşiğinden geçiyor. Bu değişimin etkisi çok kısa sürede geniş sonuçlar doğurdu bile... Her gün yüzlerce, binlerce insan henüz devası bulunmayan bir dertten elim şekilde hayatlarını kaybediyorlar. Buna tanıklık etmek gerçekten çok korkunç. Bir gün kendimizin de bu korkunç tablonun bir parçası olabileceğimiz düşüncesinin vehmi de korkutuyor işin doğrusu. Hal böyle iken herkes bu durumu farklı bir taraftan okuyor. Kimisine göre bu bir biyolojik savaş, kimisine göre mutasyon geçirmiş bir virüs, kimine göre ise saçma sapan Çin âdetlerinin sebep olduğu bir hastalık. Hele şu yarasa denilen şey yok mu diyor kimisi de...

Her şey onun başının altından çıkmış. Binlerce yıllık Çin tarihi ve kültürünün bir parçası olan değişik hayvan tüketimi dünyanın midesini de aklını da bulandırdı diyor başka başkaları da. Hayır, bunların hiç biri doğru değil; her şey insanların dünyayı maddi ve manevi bakımdan yaşatmayacak şekilde kirlettiğindendir, tüm bu olup bitenler ilahi bir tecellidir; Tanrı dünyayı temiz tutmak için sizleri emrine koşturduğu bir mikropla cezalandırıp evlerinize hapsetti diyor başka kimileri de. Anlayacağımız herkes bir şeyler diyor ve demeye devam da edecek. Ta ki dünyayı bir kasırga gibi saran bu salgın bitene kadar. Salgının nasıl oluştuğu ve sebebinin ne olduğu elbette bilim insanlarınca ortaya konulacaktır. Dünyanın her yerinde bilim insanları laboratuvarlarda harıl harıl çalışıp bu salgına bir ilaç, bir aşı bulmaya çabalıyorlar. Burada bilime olan inancımı yenileyip en kısa sürede bir sonuca varacaklarını umut ediyorum.

Salgının ilk ortaya çıktığı zamanlarda ani önlemler almakta geciken ülkeler şimdi ağır faturalar ödemektedirler maalesef. Bu işin şakasının olmayacağını anlamak yüzlerce insanın canına mal oldu.  Bizde ise insanımıza özgü olduğunu anladığımız gibi değişik bir tutum var. Haberlerde açıklanan ölüm sayısına bağlı insanların korkusu şekilleniyor ilginç olarak. Korku var kuşkusuz; ama bu korkuyu eşlik eden bir ciddiyetsizlik, bir hafife almazlık, bir de körlük var . Bu sondaki körlük kavramını özelikle salgına dönüşen bir  ‘körlük’ olayını konu edinen yazar José Saramago' ya dayandırmak istiyorum. Bu gibi salgınlarda hatırlanacak çok şeyi barındırır Körlük kitabı. Giderek körleşen insanoğlunun gözünü açması için  ‘körlük’ metaforu harika bir şekilde kullanılmıştır. Kitabın girişindeki söz ise kusursuzdur: “Bakabiliyorsan gör. Görebiliyorsan fark et”.

Kimileri defalarca ve günlerdir baktıkları halde olayın ciddiyetini fark edemiyorlar ne yazık ki. Bu da ortada bir körlük olduğunu gösteriyor. Bulaşıcı bir körlük,  salgının yerini alıyor zaman zaman. Kapalı saklı ortamlarda hiç bir mesafe gözetilmeksizin oyun oynayanlar, depoları eğlence yerine dönüştürenler, sahil ve parklarda gezinenler oldukça kendilerinden emin bir şekilde salgının onlara bir halt edemeyeceklerini düşünüyorlar. Öyle ya salgın belli bir yaş üstünü hedef alıyormuş. Salgının gençlerle baş edecek gücü yokmuş. Virüsün geleceği varsa göreceği de varmış. Ciddiyetsizlik dedim ya. İçime sinmedi arkadaş, bu düpedüz ahlâk dışılık ve toplum sağlığını hiçe saymazlıktır.  

Balkonlarında alkış tutup şarkı söyleyenler keyiften mi yapıyor zannediyorsunuz? Yaşama isteğinin içgüdüsel belirtileridir bunlar kardeşim. Yaşamın eve sığmayacak kadar büyük olduğunu bildiklerindendir insanlarının alkışları. Yaşamın güzelliğine olan özlemin feryadıdır o söylenen şarkılar.

Tüm bunlalar beraber değeri anlaşıldı yaşamın sanırım. Yokedilmeye çalışılan yaşamın tekrardan tartışılmaz en kutsal gerçek olduğu ibadet yerlerinin kapılarına kilit vurulmasıyla teyit edilmiş oldu. Ve kısa süreliğine durulandı dünya. Savaşların, çarpışmaların; kazananların, kaybedenlerin sesi soluğu bir süreliğine kesildi.

Kirlenen dünyanın akciğerlerine nüfuz eden virüs insanlığın nefesini fena kesmekle kalmayıp ona yaşamın güzelliğini hatırlattı. Salgının, Nazım'ın deyimiyle “ilk defa gökyüzünün bu kadar bizden uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğunu şaşırarak” görmeyi hatırlatacağını umuyorum.