‘’Şairler büyük şehirlerin “cehenneminden”, Marksistler ise “köyde yaşamak deliliğinden” (Manifesto) bahsederler. Şehrin reddedilmesi -her ne kadar gayrı fonksiyonel ise de- sırf İnsanî bir reaksiyondur. Her insan bir ölçüde şair olarak kabul edilebilir. Eskiden olduğu gibi bugün de şehir ve şehir medeniyetini protesto, din, kültür ve sanattan geliyor. İlk Hıristiyanlara Roma şeytanın devleti olarak görünüyordu ve arkasından dünyanın sonunun ve korkunç mahkemenin geleceğine inanılmaktaydı.’’(Aliya İzzetbegoviç)

           Günümüzün en önemli iki problemi; birincisi, köy hayatının giderek azalması ve insanların köyleri terk etmesi, ikincisi ise şehirlerin kalabalıklaşması ve yaşanılamayacak bir insan yığınına sahip olmasıdır. Bu iki problemin hemen hemen hepimiz farkındayız fakat çözüm konusunda pekte bir çaba içinde olduğumuz söylenemez. Bu yazımda Aliya İzzetbegoviç’in Doğu Batı Arasında İslam kitabında yazdığı ‘’Köy ve Şehir’’ başlıklı yazısından bolca alıntı yaparak yaşanılan iki yerin karşılaştırmasını sizlere sunmaya çalışacağım.  

           ‘’Dindarlık, şehrin büyümesiyle azalır; daha doğrusu, bu azalma insana yadırgatıcı bir tarzda tesir eden şehircilik unsurlarının birikmesiyle beraber meydana gelir. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar ufalır. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok kitle oluruz. Şehir ne kadar büyürse, cinayetler de o nispette artar. Dindarlık şehrin büyüklüğüne ters, cinayetler ise doğru bir nispette bulunur. Bu iki fenomenin sebebi aynıdır. Köyde insan yıldızlarla süslü gök, çiçeklerle dolu kırlar, akar su, bitki ve hayvanları müşahede etmeye fırsat bulur. Her gün tabiat ve onun tezahürleriyle doğrudan doğruya temastadır.’’ (Aliya İzzetbegoviç) Burada bahsedilen din kavramını sınırlamak ya da herhangi bir dinle bağdaştırmak doğru olmaz. İlk din kavramından bu yana bu sonuçlar hep var olmuştur. Betonun, finansın, ekonomik çıkarların, insanın yüzeysel ilişkileri… Ne kadar yoğun olursa hile, zorba, haksız kazanç, cinayet… Gibi kabulü mümkün olmayan olaylarda hep olacaktır.

       ‘’ Zengin folklor, düğün âdetleri, türkü ve oyunlarda, köylü, sadece seyirci olmayıp, umumiyetle aynı zamanda iştirakçi da oluyor. Bunlar sayesinde o, bir ölçüde kültürel ve estetik yaşantıya kavuşuyor. Şehir inşamı ise, bundan hemen hemen tamamen yoksundur. Büyük şehrin normal sakini güzel ve orijinal olan her şeyin kaybına maruz kalmaktadır. Ekseriyetle o aynı biçimdeki kışlalara benzeyen evlerde büyür, seri imalatın çirkin mamulleriyle çevrilidir ve içindeki de iletişim vasıtalarınca aktarılan pasif bilgilerle doldurulur. Bütün primitif milletlerde görülen “ritim” hissi modem insanlarda hemen hemen kaybolmuş durumdadır. Şehirlilerin sanat ve umumî olarak estetik yaşantı için daha fazla fırsat buldukları kanaati, çağımızdaki en acaip yanılmalardan biridir. Şehir nüfusunun ancak çok cüz’î bir kısmının ziyaret ettiği konser, müze ve sergiler, köylülerin her gün muazzam güneş doğuşu veya ilkbaharda tabiatın uyanış manzarası karşısında, belki gayrı ihtiyarî, yaşadıkları pek kuvvetli estetik heyecanın yerini takriben bile dolduramaz. Şehir nüfusunun en büyük kısmı en kuvvetli heyecanını konser, futbol ve boks karşılaşmalarında bulur.’’

             ‘’Köylülerin etrafında her şey canlı ve orijinal, şehirlerin etrafında ise her şey ölü ve mekaniktir. Köylülerin dindarlığı ile şehirlerin ateizminin izahım değişik hayat şartları da veya tahsil derecelerinde değil, değişik manevî havada ve dış dünyayı değişik tarzda görmelerinde aramalıyız. Din hayata, sanata, kültüre; ateizm ise tekniğe, uygarlığa aittir.’’

          Usta’dan aldığımız bu önemli çıkarımlar bizim yazabileceğimiz sayfalarca yazının yerine uygundur. Ki bu tespitleri 1988 yılında kaleme aldığını göz önünde bulundurduğumuzda günümüzde bu konunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha çok iyi anlıyoruz. Burada şehir hayatını yok saymak hep kötü olduğu izlenimi yansıtmak ta bizi yanıltacaktır. Burada önemli olan her iki boyutun dozunu kaçırmış olmamız. Köyde insanların kalmamış olması, üretimi ve kültürel değerlerin yok olmasının en büyük sebebidir. Aynı şekilde şehirlerdeki yığılmalarda hızlı tüketimi ve tembel nesillerin çoğalmasına sebebiyet vermektedir. Bu iki varış noktasının arasında kalan dengeyi çok iyi korumak lazım, köy olmazsa insan olmaz ve şehir olmazsa mekanik olmaz.