Küresel öğrenme krizi

Abone Ol

Bazı sınıflarda ses vardır ama anlam yoktur. Tahta doludur, defterler açıktır, gözler öğretmene dönüktür; fakat öğrenme, kapının eşiğinde kalmıştır. Ben bazen bir çocuğun bakışında bunu hissediyorum. Soruyu duymuş ama kavrayamamış, cevabı ezberlemiş ama anlamlandıramamış bir bakış… İşte küresel öğrenme krizi tam da burada başlıyor: Gürültünün içinde büyüyen bir sessizlikte.

Bugün dünyada milyonlarca çocuk okula gidiyor; ancak temel okuma, yazma ve problem çözme becerilerinden yoksun bir şekilde eğitim hayatına devam ediyor. Sorun artık “okula erişim” değil, okulda gerçekten ne öğrenildiği sorunu. Bunu bir eğitimci refleksiyle değil, insanî bir kaygıyla söylüyorum: Öğrenmeyen çocuk, geleceğe tutunamayan çocuktur.

Pandemi sonrası dönem bu krizi daha görünür hâle getirdi. Uzaktan eğitim, bazı çocuklar için bir imkânken bazıları için uzun bir kopuşa dönüştü. Ekranı olanla olmayan, sessiz bir çalışma ortamı bulunanla bulunmayan arasındaki fark derinleşti. Ben o dönemde şunu düşündüm: Eğitim, kriz zamanlarında ne kadar kırılgan olabiliyormuş. Bir anda durabiliyor, askıya alınabiliyor ve en çok da zaten dezavantajlı olanları geride bırakıyor.

Küresel öğrenme krizinin temelinde eşitsizlik yatıyor. Göç, yoksulluk, dil bariyerleri ve geçim kaygısı, eğitimi ikinci plana itiyor. Farklı ülkelerde, farklı şehirlerde ama benzer hikâyeler yaşanıyor. Bir çocuk, ailesinin yaşadığı belirsizlik nedeniyle okuldan kopuyor; diğeri, kalabalık bir sınıfta kendini görünmez hissediyor. Coğrafyalar değişiyor ama sorun aynı kalıyor.

Bazı kıtalarda bu öğrenme krizi çok daha çıplak yaşanıyor. Örneğin Afrika’nın belirli bölgelerinde bir çocuk okula başlasa bile, yıllar sonra hâlâ basit bir metni akıcı biçimde okuyamadan eğitim hayatını sürdürebiliyor. Aynı şekilde Orta Doğu’da uzun süredir devam eden çatışmalar nedeniyle okulların sık sık kapandığı ülkelerde, eğitim sürekliliği bir lüks hâline gelmiş durumda. Avrupa’da ise tablo daha farklı ama sorun yok değil; bu kez göçmen çocuklar kalabalık sınıflarda dil bariyeriyle baş başa kalıyor. Coğrafyalar değişiyor, gerekçeler farklılaşıyor; fakat sonuç benzer: Okul var, çocuk var, ama öğrenme eksik kalıyor.

Bir de öğretmen boyutu var bu işin. Dünyanın birçok yerinde öğretmenler artan sorumluluklar, kalabalık sınıflar ve azalan destekle mücadele ediyor. Öğretmen yorgun düştüğünde, sistem de yoruluyor. Ben şuna inanıyorum: Öğrenme krizi sadece öğrencinin değil, sistemin tükenmişliğidir. Çünkü öğrenme, iki taraflı bir süreçtir; anlatan da dinleyen de ayakta kalmak zorundadır.

Bu krizin en tehlikeli yanı ise sessiz ilerlemesi. Bir savaş gibi manşet olmuyor, bir ekonomik kriz gibi rakamlarla konuşulmuyor. Ama yıllar sonra karşımıza başka sorunlar olarak çıkıyor: Eğitimle bağ kuramamış gençler, beceri uyuşmazlıkları, hayata hazırlanamamış bireyler… Bugün sınıfta anlaşılmayan bir konu, yarın hayatta çözülemeyen bir probleme dönüşüyor.

Ben bazen şunu düşünüyorum: Çocuklar gerçekten öğrenemiyor mu, yoksa biz onlara öğrenebilecekleri bir zemin mi sunamıyoruz? Müfredatlar, sınavlar, ölçme sistemleri konuşuluyor; ama çocuğun anlaşılıp anlaşılmadığı daha az soruluyor. Oysa öğrenme, önce anlaşılmakla başlar.

Küresel öğrenme krizi bir kader değil. Daha kapsayıcı politikalar, öğretmeni merkeze alan yaklaşımlar ve dezavantajlı çocukları önceleyen uygulamalarla bu tablo değişebilir. Eğitim, sadece bilgi aktarmak değil; adalet duygusu inşa etmektir. Bir çocuğa “sen de başarabilirsin” hissini vermektir.

Sessizleşen sınıflar yeniden ses bulabilir. Ama o ses, sadece konuşan değil, anlayan bir ses olmalıdır.