Kuşak çatışması: 41 numara!

Abone Ol

Bir sınıfa girdiğimde, kapı sadece mekânı değil zamanı da ayırır. Koridorda geçmişten gelen alışkanlıklar, sınıflarda ise henüz adı konmamış bir gelecek dolaşır. Tahtaya yazılan her kelime, aslında iki farklı dünyaya aynı anda söylenir. Eğitim, tam olarak bu noktada başlar: Anlatılanla duyulanın her zaman aynı şey olmadığı yerde.

Kuşak çatışması, çoğu zaman gürültülü bir tartışma gibi algılansa da okulun içinde sessizce yaşanır. Bir öğrencinin gözlerini kaçırışında, bir öğretmenin “biz böyle öğrenmiştik” cümlesinde, bir velinin beklentilerinde kendini belli eder. Asıl çatışma, değerlerle yöntemler arasındadır. Çünkü kuşaklar çoğu zaman aynı hedefi ister: iyi bir gelecek. Ama o geleceğe nasıl gidileceği konusunda bambaşka yollar tarif eder.

Bugünün öğrencileri hızlıdır. Aynı anda birkaç şeyi düşünebilir, farklı kaynaklara saniyeler içinde ulaşabilir. Ancak bu hız, çoğu zaman yüzeysellik olarak etiketlenir. Oysa hızlı olmak, dağınık olmak anlamına gelmez; yalnızca farklı bir düşünme biçimidir. Eğitim sistemi ise hâlâ yavaş ve tek yönlü ilerlemeyi esas alıyor. İşte kuşak çatışmasının derinleştiği yer tam da burasıdır: Değişen zihni, değişmeyen yöntemlerle eğitmeye çalışmak.

Bir öğretmen olarak şunu açıkça gözlemliyorum: Gençler bilgiye değil, anlamaya ihtiyaç duyuyor. “Neden öğreniyoruz?” sorusu, otoriteye bir başkaldırı değil; öğrenmenin merkezine yerleşmek isteyen bir zihnin işaretidir. Ancak bu soru çoğu zaman yanlış yorumlanıyor. Oysa geçmiş kuşakların gözünden bakıldığında disiplin; susmak, dinlemek ve uygulamaktır. Bugünün gençleri içinse disiplin; sürece katılmak, sorgulamak ve anlamlandırmaktır.

Eğitimcilerin en zor ama en önemli görevi, iki kuşak arasındaki bu dili çevirebilmektir. Ne geçmişi yok sayabiliriz ne de bugünü görmezden gelebiliriz. Kural koymak kadar kulak vermeyi de bilmek zorundayız. Çünkü yalnızca anlatan değil, anlayan bir öğretmen gerçek anlamda yol göstericidir.

Sorun, kuşakların birbirine zıt olması değil; birbirine yabancılaşmasıdır. Büyükler gençleri yeterince saygılı bulmazken, gençler de anlaşılmadıklarını düşünür. Bu karşılıklı körlük, çatışmayı derinleştirir. Eğitim ise bu körlüğü aşmanın en güçlü aracıdır. Okul, yalnızca bilgi aktarılan bir yer değil; kuşaklar arası temasın sağlandığı bir alandır.

Biz öğretmenler sınıfta yalnızca ders anlatmayız. Aynı zamanda değer taşır, dünyaya bakışı şekillendiririz. Eğer yalnızca kendi öğrendiğimiz yöntemleri dayatırsak, bugünü kaçırırız. Eğer yalnızca bugünün hızına kapılırsak, geçmişin birikimini yitiririz. Denge, tam da bu iki uç arasında kurulmalıdır.

Kuşak çatışması denilen şey belki de kaçınılmazdır. Çünkü zaman durmaz, dünya değişir. Ancak bu çatışmanın yıkıcı mı yoksa dönüştürücü mü olacağı, eğitimcilerin ve ebeveynlerin tutumuna bağlıdır. Dinleyen, anlamaya çalışan ve açık olan bir eğitim anlayışı, kuşaklar arasındaki mesafeyi kapatabilir.

Ve belki de eğitim, tam olarak şudur: Aynı cümleyi farklı zamanlardan gelen kulaklara söyleme sanatı. Biri o cümlede geçmişin sesini duyar, diğeri geleceğin çağrısını. Öğretmen, bu iki sesi bastırmaz; yan yana durmalarına izin verir. Tahtada yazan harfler, yalnızca bilgiyi değil; sabrı, merakı ve umudu da taşır. Çünkü her öğrenci, geleceğe atılmış bir cümledir ve henüz noktalama işareti konmamıştır. Onu aceleyle tamamlamak değil, anlamını bulmasına eşlik etmek gerekir. Eğitim, kuşaklar arasında kurulmuş kırılgan ama vazgeçilmez bir köprüdür; üzerinden geçerken dikkat ister, emek ister ve en çok da kalpten dinlemeyi.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Sınıflarda yalnızca öğrenciler değil, zamanın kendisi de sıraya oturur. Öğretmenin görevi, o zamanı susturmak değil; konuşturabilmektir.