Fark ettiniz mi? Onlarca korumanın olduğu marketlerde ya da alışveriş merkezlerinde çok rahatlıkla hırsızlık yapan kişiler, sokakta pazarcının yarın için tezgâhında bıraktığı hiçbir şeye dokunmuyor hem de ne koruma ne de bekçileri var orada. Bu durum benim dikkatimi görev yaptığım Muş’un Bulanık ilçesinde çok çekmişti. O pazarcılarla konuşma fırsatım da oldu; dedikleri çok şey oldu ama dikkatimi çeken en güzel cevaplardan biri: Bizim neslimiz güven üstünde yeşermiştir biz komşumuza komşumuz bize güvenirdi ve biz var olduğumuz surece bu güvenimizi hep var olacaktır… Yoksa sırtıma alamam bu yükü, alsam bile evim uzak takatim kalmaz gücüm tükenir, ne ayak kalır ne tırnak, avuçlarım zaten çatlamış hele az kanadımı, ne acı ne acı tuz basılmış gibi… Rızkımın koruyucusu olarak önce Allah ı sonra komşumu ve canlı olan her varlığı seçtim. Bu durum, her pazarcının her seyyar satıcının ortak hikâyesidir.

       Bunu niye anlattım? Bir nesil vardı hani siyah önlüklü çocuklar ve bir an sonradan mavi önlüklü çocuklar, aile nedir bilir, komşu nedir akraba nedir zihninde ilmek ilmek işlemiş, gönlüne terbiyeyi bir ders gibi öğretmiş nesil. Şu andaki nesilde iyidir, çalışkandır, araştırandır… Ama imkânlar ve fırsatlar çok farklı idi; siyah önlüklü, mavi önlüklü çocuk için ilkokulu bitirmek başarı idi ve bu sure zarfında ne öğrenmesi gerekiyorsa öğrenir ve yıllar geçse de unutmazdı ama şimdiki çocuklar için üniversite bile çok büyük eksiklik gibi geliyor. Mavi önlüklü çocuklar ne öğrendiyse hayatına yansıtırdı, eve varır ailesi ile paylaşırdı, bakkala gider öğrendikleri ile gururlanıp bildiğini paylaşırdı, komşuya gider terbiyesinden zerre ödün vermeden bildiklerini canı gönülden dökerdi ortama… Hani sizin öve öve bitiremediğiniz öğrenci merkezli eğitim varya! İşte o eğitim biz farkında olmasak ta mavi önlüklü çocuklar alırdı ve bizzat yaşarlardı. Eğitimi daha iki yaşında iken babasını annesini örnek almaya çalışması onların yaptığı işleri yapmaya çalışmaları ve okula gittiklerinde az buçuk öğrendiklerini uygulamaya çalışmaları, aile ekonomisinin farkında olan, aileye katkıda bulunma görevini daha üstlerinde mavi önlük varken farkına varmaları ve kendilerini o doğrultuda yetiştirmeye çalışmaları…

          Bugün kendimize bir ödev verelim, hepimizin çevresinde siyah ya da mavi önlüklü bir nesil vardır. Soralım onlara; dönemleri nasıldı? Eğitimleri nasıldı? Öncelikleri nelerdi? Sokak mı? Televizyon mu? Cevap vermeden önce hepsi önce bir ah çekecektir, ya duygulanır ya da başını hafifçe yukarı kaldırır az düşünür sonra söze kendini en etkileyen konudan başlayacaktır zamanını anlatmaya: Biz aslını yaşadık hayatın, öyle elimizde aklımızı hayatımızı çalan, etrafımızdan habersiz başımıza kaldırmaya müsaade etmeyen telefon yoktu, tablet yoktu hele televizyon varsa komşuda gider az utana sıkıla izlerdik ve genelde davetsiz giderdik ne zaman ev sahibinin oflamasını duysak bilirdik o an oradan ayrılmamız lazımdı ve o an evden ayrılırdık televizyon izleme suresi yarıda kalırdı. Birde dışarıda ayakkabını görürsen senden mutlusu yoktu çünkü genelde komşudaki akranlarımız ayakkabılarımızı bir yerlere atardı arada bulasın…

         Okuldan gelip mavi önlüğümüzü çıkardıktan sonra sokaklar bizi beklerdi. Sokakta oynamanın zamanı vardı çünkü her vakit müsait olamıyorduk tarla işi vardı, koyun gütme işi vardı, eve aileye yardım etme işleri vardı… Oyun zamanlarında hep sokaklardaydık, sokalar güvenliydi, arkadaşlar komşular güvenilirdi. Korkmazdık karnımız acıkınca hangi ev yakınsa salçalı ekmeğimizi oradan alırdık, annelerimiz babalarımız ayrıydı ama gönlümüz evimiz birdi. Okullar genelde birleştirilmiş sınıflar şeklinde idi ve yarım gündü. Öyle avuç dolusu para verip gideceğin özel okul yoktu ve herkes aynı devlet okuluna giderdi. Öğretmenlerimiz saygınlığın en üst basamağında yer alırdı, öğretmenimiz bizim için her şeydi. İmkânları doğrultusunda ders işler ödevler verirdi, görev yaptığı yerin farkında idi ona göre ders işler ona göre ödev verirdi. Akşam olunca herkes birbiri ile yarışırdı kim öğretmenine akşam yemeğini götürecek ya da kim çeşmeye varıp öğretmeni için çeşmeden su götürecek. Her şey doğaldı her şey ortaktı, şişelenmiş su yoktu çeşme suyu vardı, sosyalleşmenin en etkili olduğu ve köyden haberlerin yayıldığı en doğal ortamdı çeşmeler. Aynı musluğa herkes ağzını dayatır oradan su içerdi, korkmuyorduk hastalanmazdık birbirimizden tiksinmezdik… Çilingir sofralarımız yoktu, peynir ekmek ve varsa yoğurt bizim için en lezzetlisi idi. Pilav, makarna olmazsa olmazdı hele misafir varsa birde kırmızı et olurdu değmeyin keyfimize… Obezite nedir bilmezdik hele şımarık zengin toprağı olan diyetisyeni hiç bilmezdik, sabah erken kalkınca annemizin pişirdiği bir bardak sütü, listeler dolusu verilen vitamin takviyelerine değiştirmezdik…

        Ben de mavi önlüklü neslin bir ferdiyim bu anlatılanların çoğunda kendimi de görüyorum ve canlanıyor tek tek anılar hayalimde. Ailemiz öyle zengin değildi, bizdeki en büyük zenginlik sevgiydi. Hani yukarıda değinmiştim öğrenci merkezli eğitim; işte bu eğitim bizim zamanımızda da vardı, hatta şimdikinden daha ciddi daha somut bir şekilde vardı. Öğrendiklerimizi uygular ve kendimizle bir ederdik. Yeter ki öğretmenimiz bir şeyin yapımını bize göstersin ya da anlatsın eve gelince ilk işimiz onu uygulamaktı. Çok oyuncağımız vardı ve neredeyse hepsini biz kendimiz yapardık. Gazoz kapağı öyle sıradan bir kapak değildi, bazen yaptığımız arabanın tekerleği bazen yaptığımız evin bacası idi. Çay kartonları bizim için defterimizi kitabımızı kaplamak için bir ciltti, ziyan etmezdik öyle her şeyi mutlaka kullanılacak yeni bir alan bulurduk. Yaptığımız oyuncaklar bizim için en değerlisi idi, değer bilirdik, tüketici değil yeni ne yapılabilir bunun peşinde koşardık, uretirdik hep. Ev yapardık ve malzeme çalmazdık, işçilikten tasarruf etmezdik en güzeli için günlerce uğraşırdık ve arkadaşlarımıza eserimizi göstermek için heyecandan yerimizde durmazdık.

         Anlatacaklarımızın önemli bir kısmını bayramlarımıza ayırmak istiyorum. Ne büyük sevinç ne büyük mutluluk… Bizim elle tutulur uç tane bayramımız vardı, bunlardan ikisi dini bayramımız bir tanesi de Mustafa kemal Atatürk un çocuklara armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır. Tam da 23 Nisan haftasındayız daha da anlamlı olacak anlatacaklarımız. Aklınıza televizyonlarda izlediğiniz şehir okullarının kutladığı bayramlar gelmesin. Süslü çocuklar, aylarca provası yapılan oyunlar, büyük protokoller yoktu. Bayram gününe kadar yoğun bir şekilde çalıştırılan ve bayram gününe kadar resmen ızdırap çektirilen ve bayram günü biran önce gelsin de bitsin diye dua eden çocuklar yoktu. Sabah erkenden kalkılır geceden hazırlanıp yastık altına konulmuş kıyafetler giyilir ve okulun yolu tutulur.

          Okulda oyunlar dâhil görebileceğiniz her şey çok sadedir; varsa evde bir iki yumurta, bir çuval, bir tas yoğurt… Yarışmalar başlar, tabiî ki de seyircilerde vardı, erkenden uyanan anneler ablalar işlerini çabucak bitirip okulun önüne gelip yarışları izlerlerdi. Yarışan herkes için heyecan yaşanılabilecek en üst seviyede idi. Yarışmalardan sonra birde köyün gençleri tutuşur uzunca bir halaya… Burada anlatılacak çok şey ama o zamanki heyecan, istek şimdiki bayramlarda yok, her şey şatafat, israf ve bolca masraf olmuş… Aileler için gelmesini istemedikleri bir bayram haline gelmiş.

             Konuşmalarda, ‘’bizim neslimiz’’ her sözün olmazsa olmaz giriş cümlesidir. Biz mavi önlüklü çocuklar olarak hatıralarımız videolarda pek yok,  varsa da komşudaki eski bir fotoğrafın bir köşesine sıkıştırılmıştır anılarımız. Ama anılarımız renkliydi, gerçekti. Biz ebeveynlerimizi dinlerdik onlar bizi, ortaktı her urunun sonucu. Biz son nesildik, aslında her nesil kendi neslinin sonuncusudur ama biz daha gerçektik.