Yaklaşık iki haftadır gündemimizde ‘arıza’ bir dizi var. Bir televizyon kanalının, ismi kendinden menkul dizisi bir bölümünde bir doktorun Van’da çalışmasını konu edinirken, Van için, “Ne işin var o dağ başında?” gibi bir cümle kullandı. Aslında tam hali aynen şöyleydi, “İstanbul'da görev yapacağı hastane yok mu? Ne anlıyorsun o dağ başında nasır tedavi etmekten anlamış değilim.”

Sen misin dağ başı diyen! Van tarihinin en büyük ‘sanal’ tepkisini bu kelimelerden sonra kullandı. Twitter’da birkaç gün boyunca en çok konuşulan konu oldu. Olay ulusal anlamda büyük yankı buldu. Hatta Vanlı bir avukatın suç duyurusunda bulunmasına kadar taşındı. Öyle ki dizi oyuncuları, senaristler ve işin parçası olanlar açıklamalar yapmak zorunda kaldı. Bazıları Van’ın ‘Özür Dile’ çağrısı yerine özür dilemeyip hadsizliğini devam ettirdi, kimisi ise "Yok öyle değildi aslında" falan dedi. Dün itibariyle de dizinin ilgili bölümünün kaldırılması haberine kadar geldi.

***

Bu hadise, kimine göre ucuz kimine göre anlamsız, kimine göre fazla abartılmış kimine göre aşırı ciddiye alınmış gibi yorumlanmış olabilir. Ama olayın arka planında, daha farklı bir içtimai mesele var. Ki bu tartışmanın nükte-i azamı zaten diziye tepki gösterilen cümlelerin satır aralarında sıkça kullanıldı… Doğu’nun Paris’i: Van! Diziye en büyük tepkinin, en güzel Van fotoğrafları kullanılarak ve sıklıkla “Van Dağ Başı değil, Doğu’nun Paris’i” sözlerinin kullanılmasından mütevellit şu Paris meselesine kısaca bir bakmak istedim.

***

Sadece Fransa’nın değil, Avrupa’nın da önemli bir kenti olan Paris ‘merkez’ şehirlerden birisidir. Sen (Seine) Nehri kıyısında kurulan şehrin geçmişi milattan önceye dayanıyor. Kimi kaynaklar bu geçmişi 40 bin yıl gibi abartılı olarak lanse etse de tam yerleşim ve yaşam başlangıcı için M.Ö 200-300 zaman aralığını veren kaynaklar da var. Bu uzun geçmiş bile Paris’i Paris yapmaya yetiyor zaten. Bunun dışında Paris dünyada anıtları, sanatsal yapıları, kültürü, sosyal hayatı ile öne çıkıyor. Şehir ekonominin ve dünya siyasetinin de önemli merkezleri arasında yer alıyor. Dahası var. Moda burada, lüks burada! Her yönüyle ışıldayan bir şehir bu yüzden de Paris, Işık Şehir olarak tanımlanıyor. Şehrin tanımlanması için ‘Fluctuat nec mergitur’ yani “Sallanır ama batmaz” ifadesi şehirden söz açılınca ilk akla gelen şeylerden birisi. “Neden bu ismi alıyor?” diye soracak olursanız kısaca şöyle izah edeyim. Bu büyülü şehri tarih boyunca Romalılar sallar, yıkamaz. Avrupa’nın ‘kara belası’ Vikingler yerle bir eder ama küllerinden doğar. Yıkılmaktan bitap düşen şehir daha fazla korunmak için duvarlarla çevrelenir ama çare olmaz. En nihayetinde II. Dünya savaşında bu kez de Almanlar’ın saldırısına uğrar, ama yine yıkamazlar. Sonrasını biliyorsunuz zaten Fransız Devrimi, falan filan…

***

Parisliler Eyfel’i bir ‘utanç’ olarak görüyor. (Biz buna rağmen şehrin ortasındaki ‘abidik gubidik’ yapıları bile utanç olarak görmüyoruz bu arada) Ama ne gariptir bu kule tek başına her yıl 6 milyon turisti şehre çekiyor. Adamlar Paris bir kere topun üstüne yatıp defans yapmıyorlar tabi. Paris, dünyanın aynı zamanda fuar merkezlerinden birisi. Zaten Eyfel de Expo 1889 Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa edilmiştir. Bura ile başlayan fuar işini çok öteye taşımış amiyane bir tabir olacak ama ‘götürüsünü’ de almışlar.

***

Şimdi eğer siz ‘Paris’ iseniz ‘Paris’ olmak için daha çok şey gerekiyor. Bunlardan birisi de ‘kent’ olmak ‘kentli’ olabilmektir! Kendilerini Parisien olarak niteleyen Paris şehrinin insanlarının böyle ikonik ve sembolik bir şehirde yaşamaları bir anda olmadı tabi: Geçmişi 1800’lere ayanıyor. III. Napeleon öngörülü bir adam. Tahta çıktığında hedefini net koyuyor: “Ben Paris’i dünyanın bir numaralı merkezi haline getireceğim.” Diyor. Yetmiyor bu şehre bir de mimari gerek diyor kentin planlaması için özel olarak bir vali atayıp bu kez kenti kendi elleri ile yıkıyor. Daha önce istilacıların salladığı şehri bu kez kendi valisi eliyle sallayan Napeleon, kendi doğduğu evi bile gözünü kırpmadan yıktırıp şehirde tiyatrolar, parklar, bahçeler, kiliseler, su ve kanalizasyon şebekeleri inşa ettiriyor. Şehri 21 ayrı bölgeye ayıran bu yapılaşma şehir hem sıra dışı bir görünüme hem de çok spesifik bir kentleşme stiline sahip olmuş. (Burada aşağıdaki tartışma bölümüne bir hazırlık olması için kendimize soralım: Biz ne kadar kentiz ne kadar kentliyiz?)

***

Sadede geleyim… Benim de arasında olduğum büyük bir güruh Van için hep bir Paris benzetmesi yapar. Paris’in lakabı Işık Şehri ise Van'ın ise Doğu’nun Paris’i. Sonra biraz araştırıca görüyorsunuz ki bu nevi şahsına münhasır tanımlama/yakıştırma sadece bize mahsus bir şey değil: Bakın sizinle kendisine Doğu’nun Paris’i diyen ya da bu şekilde bir güzel adlandırma yapılan birkaç şehri sıralayayım. Doğu Güneydoğu’da: Şanlıurfa, Gaziantep, Diyarbakır. Güney’de Beyrut, daha doğusunda Urmiye, oradan biraz yukarı çıkın Bakü. Liste kabarık anlayacağınız siz deyin Bükreş ben diyeyim Varşova. Paris olmaya çalışan çok. Peki Paris olabilen var mı? Onları bilmem ama bizim olamadığımız çok açık.

***

Dönelim Dağ Başı meselesine. Gazete olarak bu söz konusu dizideki sözleri, yapılan yakıştırmayı elbette doğru karşılamadık. Günlerce manşete taşıyıp kentin ‘tükaka’ edilmesine biz de tepki gösterdik. Ne yalan söyleyeyim, benim de öfkelendiğim oldu. Kentini sahiplenme noktasında yanlış da yapmadık hani. Ama yine twitter’da okuduğum bazı mesajlar ise bu örümcek kafalı zihniyetin aleni dışavurumu dışında başka konuları da tartışmamız gerektiğinin güzel örnekleri oldu. Bunlardan özetle “Burası dağ başı değil, kabul etmiyoruz ama öyle Paris falan da değiliz” şeklinde anlamlar çıkaracağımız tarzda bolca mesaj okudum. Böyle diyenlerin ortaya koyduğu gerekçeleri bir çatıda toplayalım: Güzel bir şehrimiz, eşsiz doğal güzelliklerimiz var ama hala bir Çevre Yolu’muz yok, Tramvay’ımız yok, Van Gölü Koruma Kanunu’muz yok, Otogar’ımız yok, Şehir Planı’mız yok, Turizm Master Planı’mız yok. Yok da yok…

***

Şimdi Paris’i bu adar detaylı olarak ele alınca kendimize neden Doğu’nun Paris’i olarak ilan ettiğimizi anladım aslında. Benzerliklerimizi kısaca şöyle tarif edeyim: Adamlar ‘Işık Şehri’, biz ‘Güneş Şehri’. Adamların tarihi abartıldığı kadar uzun süreli değil. Bu kentin tarihi daha eski, bu kent daha kadim aslında, yine de köklü bir geçmiş ile avunuyorlar. Biz de tabi. Adamlar Avrupa’nın merkezinde enfes bir konumda, biz kendi klasmanımızda aslında daha da önemli bir noktada Avrupa’yı, Orta Doğu’yu, Orta Asya’nın merkezinde bir yerdeyiz. Onlar da çok sallanmış ama yıkılmamış, yıkılıp ayağa kalkmış, biz de! Şu an üzerinde yaşadığımız Van işgallerin ardından kurulan üçüncü Van şehri. Onların surlarla çevrili Paris şehri gibi bizim de Van Kalesi eteklerinde surlarla çevrili bir şehrimiz vardı. O şehirde 7 civarında ülkenin konsolosluğu, farklı dinlere ait merkezler, farklı medeniyetlere ait okullar, ticarethaneler vardı. Paris gibi 21 dilimli baklava planımız olmasa da şu anki şehrin çarpık yapılaşmasından çok daha hallice güzel bir Eski Van Şehri’miz vardı. Daha acısı ne biliyor musunuz? Aslında bizim planlı şehirlerimiz çok daha eski. Erciş Zernaki Tepesi’ndeki planlı şehir 2600 yıl önce Van’da kentte kurulan bir Barselona şehri aslında. Bu planın, bu düzenin, böyle bir şehrin yanında şimdiki Barselona şehrinin imarı ne ki!.. Ah sahipsizlik ah… Daha bunun gibi ciğerimizi dağlayan nice Urartu eseri, mimarisi, mirası var, hangi birini diyeyim bilemiyorum.

***

Kısa keseyim. Paris’in serüveni miş’li geçmiş zamandan şimdiki zamana uzanıyor. Bizim ki miş’li geçmişte kalmış. Miş miş de muş muş! Yani elde avuçta hiçbir şey kalmamış. Biz kendimize hala yakıştırmaya devam etsek de açıkçası bizim potansiyelimiz ve yaşanmışlıklarımız dışında Paris’e benzeyecek bir şeyimiz çok kalmamış.

Ama durun hakkını yemeyelim... Cumhuriyet Caddesi’nin önü Paris olmuş ama arka sokaklarının büyük kısmı hala Ortadoğu şehirlerinin Pazar yerleri ile aynı kaderi yaşıyor. Urartu gibi bir medeniyetin kurduğu altyapı sisteminin üstüne yeni nesil alt yapı sistemleri dışında ne ekledik derseniz? Hiçbir şey! Aksine kentin altından geçen kehrizleri yok ettik, sulama kanallarını kapattık, güneşi onlar kadar sahiplenemedik, onların doğal mirası olan Van Kalesi dışında birçok şeyi sahiplenemedik.

Dile kolay 5 bin yıllık bir şehirde yaşayacaksınız ama bir Çevre Yolu’nuz olmayacak. Turizm kenti olacaksınız ama Van Gölü’nüzü koruyamayacak ve gölü her gün binlerce ton atık ile kirleteceksiniz. İnsanlar’a ‘Van Güzel’, ‘Van’a Gel’ diyeceksiniz ama onları 3’üncü sınıf bir otogarda karşılayacak, Van’a geldikleri uçak sayısını her geçen gün bir eksilteceksiniz. Kendisini Parisien diye sınıflayıp Parisliler’e benzetip gurur duyacaksınız ama kentinizden bir haber yaşayıp gerçek kentli olup bu kenti sahiplenmeyeceksiniz.

***

Yazıya kişi başına milli gelire sahip iller sıralamasında en dipte olduğumuzu, genç işsizliğimizi, eğitim, sağlık, üretimde son 10’de yer aldığımızı falan eklemiyorum bile. Ez cümle aslında bir kıyas yapsak biz onları tarihimilze, geçmişimizle, potansiyelimizle, bu şehrin şahit ettikleri ile cebimizden çıkarırız. Ama böyle olmuyor işte. Millet Paris olabilene bakıyor, olamayana değil. Bu haliyle ne Van Paris olur ne de bizler Doğu’nun Parislileri! Buraya Dağ Başı kimsenin haddi değil, ama bu şehir gibi bir medeniyet şehrini bu hale düşürmek de bizim hakkımız değil. Bence o kanalı, dizisini, arızalı karakterlerini bir kenara bırakıp biraz da kendi içimizde işin bu tarafını tartışalım. Şapkayı önümüze koyalım, Paris’i de kendi haline bırakıp Van’ın nasıl bir kent, bizlerin de nasıl kentliler olmamız gerektiğini bir kez daha konuşalım.

Yapabilir miyiz?

Bu da ayrı bir tartışma konusu ya, neyse…