‘’Gerçi kendi deneyimlerimden bu "kralların oyunu" denilen oyunun esrarlı çekiciliği konusunda bilgi sahibiydim; satranç, insanoğlunun icat ettiği öteki bütün oyunlar arasında kendini bağımsızca rastlantının her türlü tiranlığının dışında tutan ve zafer taçlarını yalnızca tine ya da daha doğru bir deyişle, tinsel yeteneğin belli bir türüne sunan tek oyundu. Fakat insan daha satrancı bir oyun diye adlandırmakla, kendini hakaret etmek anlamını taşıyan bir küçümsemenin vebali altına sokmuş olmuyor muydu? Aslında satranç da bir bilimdi, bir sanattı, Hazreti Muhammet'in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı, karşıtlıklardan oluşma bütün çiftlerin bir defaya özgü birleşmesiydi; sonsuz eski, ama buna rağmen sonrasız yeniydi, kuruluşu bağlamında mekanikti, ama yalnızca imgelem gücü aracılığıyla etkinlik kazanabiliyordu, geometrik açıdan kaskatı bir uzamla sınırlıydı ve bu arada kombinasyonları bağlamında sınırsızdı, kendini sürekli geliştiriyordu, ama durağandı, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti, eserleri bulunmayan bir sanattı, özden yoksun bir mimariydi, fakat öte yandan, kanıtlanmış olduğu üzere, varlığı ve oluşu açısından bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcıydı, bütün halklara ve zamanlara ait bulunan, can sıkıntısını öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu.’’ (satranç)

         Yukarıda adeta bir sihir küpüne batırılmış cümlelerden tek bir kelime eskitmeden ve cümlenin halayı nerede bitiyorsa oraya kadar yazıp o şekilde size sunmak istedim. Zweig’in Satranç kitabındaki satranç tanımına bakılacak olursa bir büyülü orman ve ilim ofisi görevini üstlenen bir oyunla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. ‘’Başlangıcı ve sonu neredeydi bu oyunun? İlk kurallarını her çocuk öğrenebilirdi, her beceriksiz onunla şansını deneyebilirdi, ama öte yandan aynı oyun, o değiştirilebilmesi olanaksız sınırlılıktaki kare içerisinde ustalardan oluşma özel bir tür üretebiliyordu; bunların başkaca ustalarla karşılaştırılabilmesi olanaksızdı, hepsi de yalnızca satranç için öngörülmüş bir yetenekle donatılmıştı, kişiliklerinde vizyonun, sabrın ve tekniğin, tıpkı matematikçide, yazar ve şairde, müzisyende olduğu gibi, sadece farklı kesitlerde ve bağlantılar içerisinde olmak üzere, kesin bir biçimde belirlenmiş bir oran çerçevesinde etkinlik sergilediği, özel türden dâhilerdi. Fizyonominin bir tutku olduğu daha erken zamanlarda bir Gall, belki de böyle satranç ustalarının beyinlerine otopsi yapar, bu tür satranç dehalarının beyinlerinin gri kitlesi içerisinde, başka kafataslarının içiyle karşılaştırıldığında, özel bir kıvrımın, bir tür satranç kasının veya satranç çıkıntısının daha belirgin biçimde bulunup bulunmadığını saptamaya çalışırdı.’’

        Kökeninde bir direniş ve devamında yok olmayı hedefine alan bir kişinin kalemiyle yönünü tayın etmesi, surecin sonunda bağlandığı oyunun onu zehirlemesiyle sonuçlanması. Sahip olduğu fiziksel gücün zihinsel gücüne ne kadar destek vereceğini kestiremeyen ve bunu satrançla sembolleştirmeye çalışması. Hem hümanist bir yazar hem de pasifist bir aydın olan Zweig, gözlem ve çıkarım yönü güçlü olduğu için, Alman toplumunu derinden etkileyen, gelecek kuşaklar üzerindeki etkisini kolay kaybetmeyecek olan ülkesinin o zamanlardaki durumunu kaleme alır. Zweig’ın örtük bir direniş sergilemeyi ve bu “Satranç” adlı eseriyle hem yaşama hem de edebiyata veda etmeyi tercih ettiğini söylemek mümkündü.

         Fizikken var olmak ancak ruhsal yönden bir hiç olmak yaşamak mıdır?/ Bu şekilde yaşamaya yaşamak denir mi? sorularının cevabı çok açıktır. Ya bu şekilde yaşamak ya da böyle yaşamaktansa ölmek tercih edilecektir. Nitekim bu şekilde hayatta kalmayı/ yaşamayı tercih eden Dr. B. esaret altında kaldığı süre boyunca SS subayından çaldığı bu satranç kitabındaki tüm oyunları ezberler, her oyunu kafasında defalarca oynar. Hiçliği yok etmek için, zaman ve mekânın işlemeyişine karşı savaş açtığı bu 150 turnuva oyunu başta onu oyalar, zamanla da tutkuya dönüşür. Bu satranç kitabı sayesindeki değişiklik sorgularına da yansır. Sonunda fizikken var olan ama ruhunu satranca teslim eden bir mahkûmun özgürlüğünü ne kadar yaşadığını varın siz düşünün.

      Eserde 64 kare-32 taş ile sınırlı gibi görünen satranç oyunu üzerinden dönemin panoraması ortaya konulur. Günümüzde sahada değil de perde arkasında dönen her türlü sahtekârca savaşa hepimiz fevkalade farkındayız. Burada satranç sadece bir simgedir, karşıdakilerin kurduğu düzende hamle sırasının bir turlu halka verilmediği bir oyundur. Akılda defalarca kurgulanabilen, düşüncenin gücü ile sonsuzluğa uzanan, her adımın önemli olduğu, kazanabilmek için tüm gücün harcandığı, taktik ve sabır gerektiren, rakibin zayıf yönleri dikkate alınarak psikolojik baskının uygulandığı bu oyunun, bir simge olduğu düşünülebilir. Bu oyun, savaşı kabul edilebilir kılmayı ve vatan sevgisi adı altında hunharca öldürmenin, yok etmenin yumuşatılmasını sembolize eder.

      Tarafımızı seçelim biz kimiz? Zihnimiz, kalbimiz ve en önemlisi inancımız bizi kime yakınlaştırıyor?  Zweig, hayatını zehreden faşizm kâbusunu eserinde kurguladığı iki ana figür üzerinden ele alır. Bu kişilerden biri Naziler tarafından işkenceye uğratılan Dr. B. diğeri ise kötülüğün temsilcisi dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’dir. Aslında bunlar karşıt politik sistemleri temsil ederler. Bu figürler üzerinden Nazizm, diktatörlük (Czentovic) ve Nazizm’e karşı duran, yok olmaya mahkûm edilen dünya (Dr. B.) yansıtılır. Tarafımız kimden yana?  Öz yaşam öyküsünün eserlerinde etkin bir rol oynadığına tanık olduğumuz yazarın, gözlem yeteneği sayesinde gerçekçi, ayrıntılı betimlemelere yer verdiği bu betimlemelerin de tek-düzeliği azalttığı ve eserlerine ayrı bir hareketlilik kazandırdığı söylenebilir. Zweig, zıtlıkların birleşimini sembolik bir dille kurgulayarak, savaşın acımasızlığını ve 20.yüzyılın genel görünümünü ortaya koyar. Dr. B.’nin akıl sağlığını yitirmemek için verdiği mücadele de (çarşaftan satranç altlığı, ekmek parçalarından taşlar, odanın tozundan taşlara siyah renk verme) insanlığın faşizme karşı mücadelesi olarak değerlendirilebilir.

      Bu mücadele sonunda, ne kadar tahrip olsa da insanlığın 20. yüzyıldan sağ çıkabildiğini görmek mümkündür fakat haksızlığın adaletsizliğin her türlü pisliğin altından aynı ekiplerin çıkması bizi bu oyunda çaresiz bırakmıştır. Hiç oynamadan hamle yapmadan, hamle yapmaya, düşünmeye korkarak 21. Yüzyılda bu oyunun yenilenleri ve zehirlenenleri hep halk oldu.

                                                                                                               ERCÜMENT ZÜNGÜR