Adalet ve faziletlerinden dolayı tarihe “İkinci Ömer” olarak geçen halife Ömer b. Abdülaziz (r.a) gece bir şeyler yazıyordu. Yanında da bir misafir vardı. Kandil ışığı sönmek üzere idi. Misafir:

 

- Kalkıp ışıkla ilgileneyim, yağını koyup yenileyeyim, dedi. Halife:

 

- Misafire hizmet ettirmek mertliğe yakışmaz, dedi. Misafir:

 

- Öyle ise hizmetçiyi kaldırayım, dedi. Halife:

 

- Hayır olmaz; şimdi o yeni uykuya daldı, dinlenme saatidir, dedi.

 

Sonra kendisi yağ kabına gitti,kandile yağ koydu. Onun bu durumunu gören misafir:

 

- Ey müminlerin emiri, bu işi kendiniz yaptınız, dedi. Ömer b. Abdülaziz misafirine döndü ve şöyle dedi:

 

- Ömer olarak gittim, Ömer olarak döndüm, neyim eksildi ki?

***

Tevazu, kibrin karşıtı olup kişinin başkalarını aşağılayıcı duygu ve davranışlardan kendini arındırmasını ifade eder. Günümüzde alçak gönüllülük ifadesiyle karşılanmaktadır. Yüce Allah bir ayeti kerimede: “Rahman'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde alçak gönüllü bir halde yürürler ve kendini bilmezler onlara laf attıkları vakit, ‘selametle' der geçerler.” (Furkan, 63) buyurmuştur.

Tevazu göstermek deyince ağırlıklı olarak güçlü kişiler, makam sahipleri, manevi önderler ve maddi açıdan zenginler akla gelir. Öyle ya; garip gureba nasıl tevazu gösterecek ki!.. Tevazunun zıttının kibir olduğunu söyledik. Demek ki kibirlenme potansiyeline sahip kişilerin tevazuu göstermesi gerekir. Ne güzel ifade etmiş  tevazuyu Şeyh Sadi :

Buluttan bir damlacık indi denize

Enginliği görünce utandı.

Düşünüyorum da geçmişte sayamayacağımız kadar muktedir (güçlü) kişiler gelip geçmiştir. Hayatlarını okuduğumuzda, kendi dönemlerinde gücü kendilerinde toplayan kişiler olarak görülürler ve kendileri de öyle davranırlardı. Onlar da sanırım tıpkı bizde olduğu gibi geçmişteki atalarını düşünmez, amiyane tabirle sanki dünyaya çivi çakmaya gelmiş gibi yaşarlardı. Ancak aynı ataları gibi onlar da aldandılar, tıpkı bizlerin şimdi aldandığı gibi.

Bazen bizi canlı tutan ana organlarımızdan kalbi düşünüyorum (Allah birçok ayette düşünmeyi övüyor). Malum, kalbimizin ana vazifesi kanı vücut içinde devridaim etmek, yani sürekli kan pompalama görevi yapmaktır. Bildiğim kadarıyla henüz bir insanın normal yaşam süresince (70-80 yıl) 24 saat kesintisiz çalışacak bir pompa üretilememiştir. Uğraşılıp yapılabilir mi? Sanmıyorum.

Kalbimiz irademiz dışında kendi kendine çalışıyor. Yaratıcı tarafından öyle programlanmış ki ihtiyaç duyduğunda bizim müdahalemiz olmadan hızlanıyor veya yavaşlıyor ancak durmuyor. Yaşamamız bu pompanın sağlıklı çalışmasına bağlı. Herhangi bir nedenle (kalp krizi vs.) kalbin dört dakikadan daha fazla durması insan hayatını bitirir veya duran kalp 10 dakikaya kadar çalıştırılabilinirse vücutta ağır hasar bırakarak yaşam sürdürülebilir. Tabiî çalıştırılabilinirse... Bu hayatî organımızın bir an durması, kibirlendiğimiz bu dünya ile bağımızı koparıp  bizi bir karış toprak altına sokabilir. Bütün kibrimiz, havamız, haddimizi aşmamız bu yumruk büyüklüğündeki organa bağlı. O halde hangi hakla, hangi akılla haddimizi aşıyoruz?

Yüce Allah İnfitar Suresinde: “Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?” diye soruyor.

Evet, bizi ne aldattı? Kibrimiz mi, tevazuyu elden bırakmamız mı? Yine Yüce Allah bir çok ayette “Keşke bilseler!” ifadesiyle bizi uyarıyor. Rabbim bizleri “Keşke bilseler” sözünü unutturacak bir yaşamdan korusun.