‘’En faziletli sadaka Müslüman’ın ilim öğrenip sonra onu Müslüman kardeşine öğretmesidir.’’ ‘’ilim her kadın ve erkek üzerine farzdır.’’ Cahiliye devrinin cehaletini, çirkinliklerini, taklitçiliğini ve hurafelerini reddeden Hz Muhammed ilme ve hikmete sarılarak: Allah’ım ilmimi artır, diye dua edermiş her vakit… Bu İslam kökenli eğitim ile ilgili sözleri çoğaltabiliriz. Bu sözler bu coğrafyada yaşayan her kişi için yabancı değildir çünkü bakış açımız, niyetimiz bu sözlerle birdir. Bu toprakların öz çocuğu olan her kim varsa Türk ve İslam Kültürünün tek çatı olduğunu ve kaynağını bu değerler çerçevesinde oluşturulduğunun farkındadır.

Bu makalemizi yazarken, karşınızda gösterişli bir unvana sahip biri olarak değil, sizden biri olarak ve sizden aldığı cesaretle, kalemini sade kullanan biri olarak yazıyorum. Buradaki araştırmamızı da çok detaylı, boğucu bir bilgi yığını şeklinde değil, daha sade ve kısa tutmaya çalıştık. Evet, haklısınız başlık öyle bir iki sayfaya sığdırılacak kadar basit anlamlı değildir çünkü bu iki kavram çok köklü bir geçmişe ve çok geniş bir coğrafyaya sahiptir. İslamiyet öncesi Türk geleneğindeki eğitimlerin daha çok insana ve doğaya karşı hayatta kalma ve mücadele etme şeklinde olduğu için oralara değinmeyi de işin asıl ehlilerine bırakacağım. Bize düşen daha çok İslam ve Türk geleneğinin bir olduğu dönemlerden bahsetmektir. Yukarıdaki sözlerden de anlaşılacağı üzere Müslümanlar her vakit ve mekanda eğitime çok büyük önem vermişlerdir ve birey için zihnini geliştirmesi, nefsini terbiye etmesi ve bulunduğu çevreye fayda vermesi açısından eğitimi en önemli bileşen olarak görmüşlerdir.

Eğitimin en önemli iki bileşeni öğrenci ve öğretmendir. Belli bir zaman diliminde öğretmenlik bilgisi ve becerisi olan herkesin gönüllü olarak kendinde görev bilip bu yükümlülük çerçevesinde verdiği bir işti. Öğretmenlik zamanla bir taraftan üsta çırak ilişkisi şeklinde sokakta ve sanatta devam ederken bir taraftan da meslek haline geldi. Türk İslam Kültüründe öğretmenlik zamanla yaptığı öğretime göre isimler almıştır. Bu isimler günümüzde ki öğretmenlik isimleriyle aynıdır. Bu isimler görünüşte aynı işi yapıyorlarmış gibi gözükmekle beraber, niteliklerine, toplum içindeki konularına, eğitim verdikleri kişilere, mekânlara… Göre farklılık göstermişlerdir. İlk zamanlarda kullanılan isimleri şu şekilde sıralayabiliriz: verdikleri ihtisas alanlarına göre, fakih, kassas, şeyh, müktip vb. bu isimler başlangıç kısmında aldıkları isimlerdir. Günümüzde yüksek öğrenimde olduğu gibi unvanlar değişebiliyor; kalfa, muid, mufid gibi isimleri sonradan alabiliyorlar, hocalıkta belli bir sureden sonra saygıdan ötürü; üstad, âlim, molla, hoca gibi unvanlar kullanılmıştır.

Günümüzde de çokça karşılaştığımız öğretmenin maddiyat yönündeki eksikliği ilk Türk İslam Kültürlerinde de dile getirilmiştir. Çocuklara, okuma-yazma, kuran okuma gibi başlangıç derslerinin verildiği yerlerde öğretmenlik yapan kişilere ‘’ muallim’’ deniliyordu. Bu muallimler sosyal itibar, ekonomik imkan, ilmi nitelik bakımından daha düşük kişilerdi. Yerleşik yaşamla beraber kurulan okul tarzı yapılarda eğitim veren kişilerin maddi yetersizlik nedeniyle başka işlerle de ilgilendikleri bilinmektedir.

Zamanla buradaki eğitimin yetersizliğini gören zenginler özel eğitime de yönelmişlerdir. Özel öğretmen tutma örneklerini, Emeviler ve Abbasiler döneminden itibaren başlanıldığını kaynaklar bize göstermektedir. Zamanla işinden uzman kişilere ilgi artınca devletler bu kişilere uzmanlık alanında sorumluluklar yükleyerek ‘’müeddib’’ denilmiştir. Mueddiblik zamanla çok daha fazla ilgi görmüştür ve hatta ‘’atabeylik’’ ve ‘’lalalık’’ gibi eğitim yapılarının oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Bu eğitimcilere gösterilen saygı günümüzdekinden çok çok daha fazlaydı, camilere o zamanlar eğitim yuvaları gözü ile bakılıyordu çünkü eğitimin çoğunluğu oralarda verilirdi. Aklımıza sadece dini eğitimler gelmesin; cebir, tarih, coğrafya ve fen dersleri de veriliyordu. Selçuklularla beraber medreselerin hem İslam hem de Türk dünyasında önem kazanmasıyla beraber öğretmenlikte yeni bir kavram karşımıza çıkıyor; ‘’ müderris (ders veren)’’. Müderrisler öyle sıradan her öğretmenin yükselebileceği bir makam değildi, en önemli unvanlardan biriydi ve seviyesine göre özlük hakları, maaşı olan kişilerdi. Medreselerin var olmasıyla beraber oralarda yetişen kişilerin itibar kazanması ilgi görmesi hangi medreseden okuduğundan ziyade, kendisine ders veren eğiten müderrisinin kim olduğuna bakılırdı. Bu nedenle hani günümüzde daha öğrenci 1. Sınıfta iken aileler başlarlar ya öğretmen aramaya ya da okuldaki en iyi öğretmen kim ise ona çocuklarını teslim etmeye çalışmaları, işte o zamanlarda aileler medreselerden ziyade müderris arama yarışına girerlermiş. Başarılı öğrenciler daha küçük yaşlardan itibaren öğretmenlerine yardımcı veya asistan şeklinde görevlendirildikleri de olmuştur. Öğretmen için öğrenme sınırlı değildi ve ömürleri boyunca kendilerini aynı zamanda bir talebe olarak görüp âlimlerin felsefe ve öğretilerinden her daim öğrenmeye çalışıyorlardı.

Türk İslam kültüründe öğrenciler için, Arapçada anlamı,’’ilim talep eden, ilim arayan’’ manasına gelen ‘’talebe’’ ismini kullanmışlardır. Okuduğum birkaç yerde bu kavramın tam olarak öğrenci kelimesiyle aynı anlamı taşımadığın yazılmaktadır ama bu bilgiyi geniş bir araştırma konusu olduğunu düşündüğüm için şimdilik bu kadar bilgi bize yeterlidir. Türk-İslam Kültüründe eğitim asla bitmemektedir, beşikten mezara eğitim felsefesi her daim en önemli yol olmuştur. Bunlarla beraber bir çocuk genelde anne-babasından hayata, dine ve ahlaka dair ilk bilgilerini almakta, bu beklenti şu anda da biz öğretmenler için çok değerli bir temel oluşturulmaktadır. Sonra yaşı 4-5 civarına geldiğinde mahalledeki mektebe gitmekte (ki genelde bunlar cami ya da ona bitişik bir yerdir), burada muallimlerden hesap, Kur’an, temel dini bilgiler, okuma-yazma gibi bilgiler öğrenmekte, sonra eğer yetenekli ise hocasının teşvik ve yönlendirmesi ile ilim yolculuğuna devam etmektedir. Yetenekli olan bu çocuklara ilim yolu hep açık bırakılmıştır, zamanla yaşının verdiği olgunlukla kaplarında çıkıp kendi alimlerini bulma telaşına girmişlerdi ve bulana kadar, ondan alabileceğinin son sınırını alana kadar onunla birlikte yaşardı. Hatta desteklenip başka diyarlara gidilmesinin önünü açarlardı, öğrendiklerini bizim topraklara getirip yeşertmelerinin önünü her daim açık bırakırlardı.

İslam eğitim geleneğinde ilim yolcuları olan hoca ve talebelere pek çok imkân sağlanmıştır. Kalacak yer, giyecek elbise, yiyecek yemek, okuma-yazma için kitap, defte, kalem-mürekkep hatta burs bu imkânlardan bazılarıdır. Dolayısıyla öğrenciler yerine göre, bazen mescitlerde, bazen zaviyelerde bazen medreselerde, bazen bir alimin evinde kendileri gibi talebe olan arkadaşları ve hocaları ile kalabilmişlerdir. Durum böyle olunca bütün bu imkânlardan yararlanmanın ve birlikte yaşamanın gerektirdiği talepler, nitelikler ve ahlaki bir takım ilkeler de her daim var olagelmiştir.

Son olarak günümüzle kıyaslayacak olursak; Günümüzde nüfus sayısındaki fazlalık, toprakların geniş olması, teknolojinin gelişmesi, kişilerin tembelliği, yanlış politikalar, işin ehli olmayanların önemli yerlere görevlendirilmeleri… Gibi beşeri faktörlerden ötürü insanın insanla yüz yüze gelmesi, güven içinde saygıyla birbirini dinlemesi çok zor hale gelmiştir. Öğretmene saygı, hem öğretmenden ötürü hem de devlet politikalarından ötürü neredeyse yok olacak seviyeye gelmiştir. Öğrenci öğretmenine dil çıkartıyor, canı istediğinde kapıyı tekmeleyip çıkıyor hatta hızını alamayıp öğretmenine yumruk savuracak hale geliyor. Bir de veliler var okulun kapısında adeta gövde gösterisi şeklinde öğretmeni tartaklamayı bekleyen bir düşman şeklinde. Öğretmen çocuğa kızmıştır, çocuk yaramazlık yapmıştır, öğretmen sırasını değiştirmiştir, öğretmen ufak bir ceza vermiştir… Hayır! Bunlar veliler tarafından asla affedilmeyecek davranışlardır ve dayak yemesine bir an kalmıştır. Eski öğretmen öğrenci kültürü şu anda unutulmaya yüz tutmuş bir efsaneye dönüşmüştür.

ERCÜMENT ZÜNGÜR