Peygamber Efendimiz (sav) İslam’a davet için Taif’e (Suudi Arabistan’da bir şehir) gider. Ancak orada hoş karşılanmayarak taşlanınca bir bahçeye sığınarak Rabbine şöyle dua eder:

“Allahım! Kuvvetimin tükendiğini, çaresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin zayıf gördüğü çaresizlerin Rabbi sensin. Ya Rabbi, huysuz ve yüzsüz bir düşmanın eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğim akrabamdan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana karşı merhametlisin. Ya Rabbi, eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim bela ve sıkıntılara hiç aldırmam, fakat senin esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir.

Ya Rabbi gazabına uğramaktan, rızandan mahrum kalmaktan, senin karanlıkları aydınlatan, din ve dünya işlerini dengeleyen nuruna sığınırım. Razı oluncaya kadar affını diliyorum. Bütün kuvvet ve kudret ancak seninledir.”...

Bir zamanlar muktedir bir kişi ile bir tevekkül sahibi bir olayda karşı karşıya gelmişler. Uyuşmazlığın taraflarından biri kendini kudret ve üstün güç sahibi zanneden bir zavallı olduğu için beriki ile tehditvari konuşuyordu. Mütevekkil zat (Allah’a güvenen ve dayanan) ona şöyle dedi:

“Siz kendinizi kudretli zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Sizin kudretiniz açılan pencereden gelen rüzgar ile sönecek mum mesabesindedir (gücündedir). Benim ise yüce bir koruyucum var. Bugüne kadar beni yalnız bırakmadı. Ne zaman dara düşüp ona sığındıysam elimi boş çevirmedi. O beni sever ben de onu severim. Bir hadisinde Resulullah şöyle buyurmaktadır: “Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum.” Bundan dolayı benimle haksız ve hukuksuz bir şekilde uğraşmayın. Başınıza bela sararsınız. Hem ben annemin de duasını almışım. ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.’ ”

Beriki şaşırmıştı ancak kibri şaşkınlığını gizliyordu. Böyle birisiyle daha evvel karşılaşmamış olduğundan, o güne kadar insanların üzerinde kendisini sınırsız kudretli görüyordu. Esasen söylenen sözlere verecek bir cevabı yoktu. Ama kibri bu sözlerin altında kalmaya da müsaade etmediğinden, yalnız kalınca adamın sözlerini düşündü. Sigarasını yaktı. Pencere kenarına geldi. Dışarıyı seyre daldı. Ancak gözü bir şey görmüyordu. O sözler beynine çivi gibi çakılmıştı. Bir an merhamete geliyor Allah’ı düşünüp ürperiyordu. Ancak o lanet kibir çabucak o hissiyatı engelliyordu. Nefsi ona “O kim oluyor ki senin huzurunda böyle konuşmaya cesaret ediyor. Böyle konuşmasına neden izin verdin?” deyip duruyordu. Halbuki beriki izin almaya zaten gerek görmemişti. Çünkü Allah’ın verdiği kudretle konuşuyordu.

Akşam oldu, sabah oldu, kibirli kişi hala düşünüyordu ve kararını verdi. Bu hadsiz kişiye haddini bildirmeliydi. Bilgisayarının başına geçti. Öfke ile tuşlara basmaya başladı. Dünkü gelen (az da olsa) merhamet hissinden bir eser kalmamıştı. Yazıya başladı. Yazdı yazdı, yazdı. Basireti bağlandığı için ne yazdığını görmüyordu. “a” tuşuna bastığını zannediyordu ancak klavyeye “b” basıyordu. Zira öfke basireti bağlar. Yazıyı tamamladıktan sonra okumaya gerek görmeden çıktısını alıp, imzaladı. Postaya vermeleri için zile basıp görevliyi çağırdı. Zarf getirmesini istedi. Gelen zarfa yazıyı koyup diliyle zarfın kapağını ıslatıp yapıştırdı. Zarfı görevliye teslim etti. O anda rahatladığını hissetti. Çekmeceden sigarasını çıkarıp yaktı. Üflediği dumanı seyre daldı.

İki üç gün sonra mütevekkil zat işinin başında iken postacı geldi. İmza karşılığında mektup zarfını teslim etti. Gelen mektubu kayıtsızca aldı. Masaya koydu. Elindeki işi bitirinceye kadar zarfa bakmadı; merak etmediğinden değil de içinde ne olduğunu kestirdiğinden. Sonra zarfı eline aldı, gönderen kişiyi az çok tahmin ediyordu. Nitekim tahmini doğru çıktı. Yerine oturdu. Zarfı acele etmeden yavaş yavaş açtı. Gelen yazıyı okudu. Şaşırdı. Bir daha okudu. Yanlış okumamıştı. Yazıdan yazanın öfkesi okunuyordu. Öyle özensiz ve hatalı yazılmıştı ki, şaşırdı. Bu kadar kudretli (!) bir kişi böyle bir hatayı nasıl yapardı? Yazının girişinde iddia edip suçladığı hususlar ile yazının sonundaki hususlar bir biriyle çelişiyordu. Tabir caizse yukarıda “ak” demişse aşağıda “kara” diyordu. İkinci sayfayı gözden kaçırmıştı. İkinci sayfada muktedir kendi yetkisini aşan işlere girişmiş, tabiri caizse haddini aşmış ve kasıtlı davrandığını hissettirmiş böylece istemeyerek de olsa mütevekkil zatı mazlum duruma sokmuştu. Tabiri caizse yazıyı aleyhine kullanılabilir hale getirmişti.

Yazı bitti. Arkadaş gözlerini tavana dikti. Bir süre sonra gözleri nemli nemli ağzından şu sözler döküldü: Vekil olarak Allah yeter! (Ahzâb suresi 3. ayet)