Dost ve dostluk üzerine ne kadar yazı yazılırsa yeridir. Zira dostluk çok önemli bir değerdir. Gençlik yıllarında sıradan arkadaşlıkları dostluk zannederiz. “İkinci ergenlik” de denilen olgunlaşma dönemine gelince (40 yaş) “dost” görünümlü arkadaşlara sahip olduğumuzu anlarız. Daha sonra her yaş aldığımızda kum saatinin üst kısmındaki kumlar gibi dostluk zannettiğimiz ilişkiler azalır da azalır. Öyle bir an gelir ki bir dostumun babasının söylediği gibi “yarım dosta" razı geliriz.

Orta gençlikte dost zannettiğim arkadaşlardan manevi olarak çok zarar gördüm. Teşbihte hata olmasın - Hz. İbrahim’in Allah’ı aradığı gibi, hani yıldızı görmüştü bu benim rabbim demişti. Gün ışıyıp yıldız görünmez olunca “(Bu benim rabbim değil) “Batanları sevmem.” Çünkü Rab batmaz, yani gözden kaybolmaz. Bu hikayeyi Ay ve Güneş takip etmişti. Bende çok kere “Bu benim dostum” dedim. Ancak bir süre sonra solarak yok oldu. Bu durumları şiddetli hayal kırıklıkları ve üzüntüler takip etti.Yıllarca bu durum hep tekrar etti. Duygusal yapımdan dolayı ve herkesi de kendim gibi gördüğümden bu durum, yaşım ve deneyimlerim ile birlikte azalmış olsa da maalesef ara ara karşıma çıkıyor.

Geçmiş yılların birinde bir arkadaşta asalet hissettim. Yavaş yavaş ona güvenebileceğimi ve dostum olabileceğini düşündüm. Bu seferki dost diğer dostlara benzemiyordu. Tam bir delikanlı. Tabiri caizse adam gibi adam. Ancak bu mevzuda çok sıkıntı çektiğim için de ihtiyatı elden bırakmıyordum. Bir gün arkadaşı yemeğe davet ettim. Yemekten sonra ona “Sevgili dostum; ne olur bana yanlış yapma!” deyince, arkadaş önce şaşırdı, şaşkınlığını hüzün takip etti. Yutkunarak: “Sana bu sözü söyletecek bir davranışımı mı sezdin?” diye sorma ihtiyacını hissetti. “Yok, dedim; ancak seni uyarma ihtiyacı hissettim. Çünkü seni ebedi dostum kabul ettim. Dolayısıyla senin en ufak bir yanlışın diğer arkadaşların yanlışı gibi olmaz, beni bitirir.” Tıpkı aşağıdaki hikayede olduğu gibi:

Pir Sultan Abdal, darağacına doğru yürümeye başlar. Hızır Paşa emir verir: “Herkes Pir Sultan’ı taşlasın, taş atmayanın boynu uçurulacak, bilesiniz.” Uğruna mücadele ettiği halk, Pir Sultan’ı taşlamaya başlar. Taşlar Pir Sultan’a kadar gelmekte, ama ona değmeden yere düşmektedir. Pir’in musahibi (can yoldaşı) Ali Baba, taş atmasa da can korkusundan Pir’e bir gül atar. Gül, Pir’e değer ve yaralar. Al kanlar akar Pir’in bedeninden. Can dostunun bu hareketinden incinen Pir’in dudaklarından şu nefes dökülür:

Şu kanlı zalımın ettiği işler,

Garip bülbül gibi zaralar beni.

Yağmur gibi yağar başıma taşlar,

İlle de dostun bir fiskesi yaralar beni.

Dar günümde dost düşmanım belli oldu.

Bir derdim var idi, şimdi elli oldu.

Ecel fermanı boynuma takıldı.

Gerek asa, gerek vuralar beni.

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz.

Haktan emrolmazsa rahmet yağmaz.

Şu ellerin taşı hiç bana değmez.

İlle dostun bir tek gülü yaralar beni.

Şimdi bu dostumla aramızda uzak mesafeler olsa da, yıllarca fiziki olarak görüşmememişsek de inşallah dostluğumuz ölünceye kadar ilk sıcaklıktaki gibi sürecek. Unutmayalım ki bu yaşamı anlamlı kılan gerçek dostluklardır; para, pul, makam, mevki vs. değildir.
Rabbim herkese böyle dostluklar nasip etsin…