Ahlâk; insanın doğuştan beraberinde getirdiği veya sonradan kazandığı davranışlardır. İslâm’ın özlü bir tarifini yapmak gerekirse, “güzel ahlâkta sebat göstermektir” denilebilir. Resûl-i Ekrem de, “Ben ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildim.” , “Kıyamet günü mü’minin mizanındaki hiçbir şey güzel ahlâktan daha ağır değildir. Doğrusu Yüce Allah söz ve fiilleri çirkin olan kişilerden nefret eder.” demek suretiyle, hem ahlâkın önemini hem de risâletin ne olduğunu özetlemiştir.

Müslümanlar, İslâm’ı kılıç ve icbarla değil, güzel ahlâkla cihana yaymışlardır. Davet ve ticaret gayesiyle dünyaya açılan Müslümanlar; güzel ahlâk, doğruluk, dostluk ve dürüstlük sergiledikleri için, gittikleri her yerde insanların gönüllerini fetihten sonra ülkeleri fethetmişlerdir.

Ahlâkî afet ve zaafiyetler, maddî ve zahiri hastalıklardan daha vahim ve daha tehlikelidir. Zira ahlâkî zaafiyetler, manevî afetlere neden olmaktadır. Söz gelimi; toplum içinde kibirli bir insan, alkolik birinden daha tehlikelidir. Alkollü, bedenini tahrip eder; kibirli kimse ise topluma zarar verir, hukuku ihlâl eder, gerçeği gizlemeye, insanları hakir görmeye çalışır. “Ben görürüm, ben bilirim, devlet de benim, halk da benim, benden izinsiz düşünemezsiniz, nasıl görüyorsam siz de öyle göreceksiniz,” der. Güzel ahlâkla bezenmek; insanı, diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliktir.

Ulemamız, ahlâkı; iman, küfür ve nifak ahlâkı şeklinde üçe ayırmışlar.

1. İman ahlâkı: Allah’ı Rab, Hz. Muhammed’i peygamber, İslâm’ı da din olarak kabul eden herkes iman ahlâkıyla bezenmelidir. Doğruluk, sabır, güvenirlik, adalet, hayır, vefakarlık, ihlas, sebat, özveri, merhamet, şefkat, iffet, temizlik, cömertlik, hikmet, ağırbaşlılık, açıklık, tevazu vb. güzel vasıflar “iman ahlâkı” olarak kabul edilir. İman ahlâkının her Müslüman’ın hayatına yansıması gerekir.

2. Küfür; inkâr ahlâkı: Küfür ve reddetme üzerine kurulmuştur. Bu ahlâk sisteminde Allah’a, kitaplarına ve peygamberlerine iman bulunmaz. İnkâr ahlâkı, tüm ahlâkî değerleri, erdemi, doğruluk ve dürüstlüğü reddeder.

3.Nifak ahlâkı: İki yüzlülük üzerine kurulmuş ahlâktır. Münafıklar, tutumlarında açık değillerdir. Neye inandıkları, ne yaptıkları net değildir. Ne kâfir ne de mü’mindirler. Her toplumda bulunan bu zümrenin ne kendilerine ne de insanlıklarına saygıları vardır. Onlarda ne cesaret, ne kişilik ne de haysiyet vardır. Muhtaç oldukları zaman boyun eğerler, dalkavukturlar, korkaktırlar, gece karanlığında bozguncu ve komplocudurlar, inanmadıkları şeyleri söylerler, açıkta söz verirler, gizliden hainlik ederler.

Hutbemizin başında da ifade ettiğim gibi İslâm, Müslümanların örnek ve güzel ahlâkıyla dünyaya yayılmıştır. Ahmed bin İrfan Şehid, (vefat tarihi hicri 1246) Peşaver kentini fethedince, kent sakinleri askerlere; “Gözleriniz miyop mu?” demişler. Soruyu sormalarının nedeni sorulunca, “Memleketinizden uzun süredir uzak olmanıza rağmen hiçbir askeriniz herhangi bir kadına bak¬madı. Bir iki kişi olsaydı, ‘Bu zahit veya âbittir,” diyecektik; ancak askerin hepsi aynı disipline uymaktadır,” demişler. Askerler, kadınlara bakmamalarının nedenini şöyle izah etmişler: “Bu netice, mürşidimizin bizlere verdiği güzel ahlâkın neticesidir.”“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar.” âyetinin gereğini ye-rine getirmekteyiz.

Her ahlâk sahibinin ulaşmak istediği bir gaye olduğu gibi, Müslüman’ın iyi ahlâka sarılmasının arkasındaki gaye de, Allah rızasıdır. İslâm’da ahlâkî ölçüler kuşkusuz hak, adalet, hayır ve iyiliği gözeten kurallardır. Bir yargıcın önüne suç işleyen bir adamın dosyası gelir. Deliller ve şahitlerin ifadeleri sanığın suçlu olduğunu gösterir. Yargıç rüyasında, Hz. Peygamber’in kendisine şöyle dediğini iddia eder: “Bu kişinin aleyhindeki deliller geçersizdir, şahitler de yalancıdır.” Yargıç ne yapacağını şaşırır. Yörenin meşhur âlimlerini toplar ve kendilerine danışır. Yargıçlar sonuçta şu kararı verirler: “Rüyalara göre hüküm verilmez, delil, kanun ve şahitlerin ifadesine göre verilir. Sen zahire göre kararını ver. Bilinmeyen gizli durumları Allah bilir, onlara O hüküm verir”

İslâm ahlâkı, ifrat ile tefrit arasında mutedil ve vasat bir yol izler. Müslüman’ın tüm hareket ve davranışlarında itidalli davranması asıldır. İslâm, kötülüğün düzeltilmesini emreder; ancak onu düzeltirken daha büyük bir kötülüğün meydana gelmesini cevaz vermez. Çünkü ifrat ıslah değil, ifsattır, kötülüğü körükler. İslâm’ın bu konuda düsturu şudur: “Aşırıya kaçmadan dostunu sev, ola ki bir gün düşmanın olur. Keza, aşırıya kaçmadan düşmanına nefret et, ola ki bir gün dostun olur.”

Ahlâkın şümul ve yüceliği bizleri kimseye muhtaç bırakmamıştır. Nitekim Müslüman bir âlim, "Aristo'nun nefis terbiyesini inceledin mi?" sorusuna; "Abdullah'ın oğlu Muhammed'in nefis terbiyesini okuduğum için, Aristo'nun nefis terbiyesini okumaya gerek görmedim," karşılığını vermiştir.

İslâm ahlâkıyla bezenmeyi Cenabı Allah cümlemize nasip ve müyesser kılsın. (Âmin).

(Merhum Abdulcelil Candan’ın İlmi Hutbelerle Mimberin Gücü adlı kitabından alınmıştır.)

DİPNOTLAR

İbn Hanbel, Müsned, 3/281.
2 Tirmizi, Birr, 62.
3 Nûr, 24/30.

HADİSLERİN IŞIĞINDA

GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN NİMETLER: GENÇLİK, SAĞLIK, ZENGİNLİK, BOŞ VAKİT, HAYAT

“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: İhtiyarlık gelmeden evvel gençliğin, hastalık gelmeden evvel sağlığın, fakirlik gelmeden evvel zenginliğin, meşguliyet gelmeden evvel boş vaktin, ölüm gelmeden evvel hayatın.” (Nesai, Sünenü’l-Kübra, Mevaiz, 5)

Bir zamanlar biri alatenli, biri kel, diğeri de gözleri görmeyen üç kişi vardı. Allah Teala bunları imtihan etmek için insan suretinde bir melek gönderdi.

Melek önce alatenliye geldi. Ona:
- En çok neyi seversin, dedi.

Adam:
- Allah’ın bana güzel bir renk, güzel bir cilt vermesini ve insanların benden tiksindiren bu durumdan kurtulmak istiyorum, dedi.

Melek ona dokundu ve adamın çirkinliği gitti, alatenlik gitti ve güzel bir cilt sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu:
- En çok hangi mala sahip olmak istersin?

Adam:
- Bir deve sahibi olmak istiyorum, dedi. Anında ona on aylık hamile bir deve verildi.

Melek:
- Allah bunları sana bereketli kılsın, deyip kayboldu.

Melek bir süre sonra kel olan adamın yanına geldi.
- En çok istediğin şey nedir, dedi. Adam:
- Güzel bir saç ve insanları benden uzaklaştıran şu kelliğin benden gitmesini istiyorum, dedi. Melek, onun başına dokundu, adamın kelliği gitti ve güzel, gür bir saçı oldu. Melek tekrar:
- En çok hangi malı seversin, diye sordu. Adam:
- Bir sığır sahibi olmak istiyorum, dedi. Hemen kendisine hamile bir sığır verildi.

Melek:
- Allah bu sığırı sana bereketli kılsın, diye dua etti ve gözleri görmeyen adamın yanına gitti. Ona da:
- En çok istediğin şey nedir, diye sordu. Adam:
- Allah’ın bana gözümü geri vermesini ve insanları görmeyi istiyorum, dedi. Melek ona dokundu ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da:
- En çok hangi malı seversin, diye sordu. Adam:
- Koyun! dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi.

Derken, aradan zaman geçti. Sığır ve deve yavruladı, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden bunlardan birinin bir vadi dolusu devesi, diğerinin bir vadi dolusu sığırı, öbürünün de bir vadi dolusu koyunu oldu.

Sonra melek, alatenliye, onun eski kılığında geldi ve:
- Ben fakir bir kimseyim, yola devam etme imkanım kalmadı. Şu anda Allah ve senden başka bana yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengini, cildini güzelleştiren ve şu malı veren Allah aşkına senden yolculuğumu tamamlayabileceğim bir deve istiyorum, dedi. Adam:
- Olmaz öyle şey, onda nicelerini hakkı var, dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de:
- Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin hor gördüğü ve fakir birisi değil miydin? Allah sana sıhhat ve mal verdi, dedi. Bunun üzerine adam:
- Çok konuştun. Bu mal bana büyüklerimden kaldı, diyerek onu tersledi. Melek de:
- Eğer yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin, dedi ve onu bırakarak kel olan kişinin yanına gitti. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da:
- Eğer yalancıysan Allah seni eski haline çevirsin, deyip gözleri görmeyen kişinin yanına uğradı. Buna da onun eski hali üzere yani bir âma olarak göründü ve ona:
- Ben fakir bir adamım, yolcuyum. Yola devam etme imkanım kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka yardım edecek yok! Sana gözünü geri veren Allah aşkına senden yolculuğumu tamamlayabilecek bir koyun istiyorum, dedi. Gözleri görmeyen kişi:
- Benim de gözlerim görmüyordu. Allah gözümü iade etti. Fakirdim, mal verip beni zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım, dedi. Melek de:
- Malın hep senin olsun! Bu sizin için bir imtihandı. Allah Senden razı oldu ama diğer iki arkadaşın onun gazabına uğradı, dedi ve gözden kayboldu. (DİPNOT 61)
Peygamberimiz (sav) hayatta sahip olduğumuz pek çok nimetten bazılarını sayarak bu gibi nimetlerin kıymetini bilmemiz için bizleri şöyle uyarmaktadır:

“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz:
İhtiyarlık gelmeden evvel gençliğin,
Hastalık gelmeden evvel hastalığın,
Fakirlik gelmeden evvel zenginliğin,
Meşguliyet gelmeden evvel boş vaktin,
Ölüm gelmeden evvel hayatın.” (DİPNOT 62)

Peygamberimiz (sav) bu hadisinde beş nimete karşılık beş zorluğu veya engeli saymaktadır. Hadiste sayılan nimetler, gençlik, sağlık, zenginlik, boş vakit ve hayattır. Karşılaşabileceğimiz zorluklar ise ihtiyarlık, hastalık, fakirlik, sıkıntı ve ölümdür. Bizler bu dünyada hem Allah’ın verdiği nimetlerle mutlu olur, seviniriz hem de karşılaştığımız zorluklarla üzülür ve mutsuz oluruz. Bütü bu nimetler ve zorluklar, bizim için birer imtihan sebebidir. İmtihan kazanabilmemiz için nimetlerin şükrünü yerine getirmemiz; zorluklara ise tahammül ederek sabırlı olmamız gerekir.

DUA

Allah’ım! İhtiyarlıktan, hastalıktan, tembellikten ve fakirlikten sana sığınırız.
Allah’ım! Gençliğimizi senin yolunda değerlendirmeyi nasip eyle.
Bize sağlık, sıhhat, selamet ve afiyet ihsan eyle.
Amellerimizi makbul eyle. Akıbetimizi hayır eyle.

NÜKTE-HİKMET

Abdülhakim Hüseyni Hazretlerinden:
Bir gün berisinin canı günah işlemek istemiş. Kalkmış, elini ateşe sokup yakmış da acısı ciğerlerine kadar işlemiş. Sonra da nefsine dönüp: “Ey zalim nefis, şu hafif ateşe bile tahammül edemedin. Sabrın yoktur. Peki, Allah’ın azabına, Cehennem ateşine nasıl tahammül göstereceksin. Madem ki, bu ateşe tahammül edemeyecek kadar zayıf ve sabırsızsın, tahammül ve takatın yoktur, ne cüretle günah işlemeye kalkıyorsun? Nasıl, Allah’ın emirlerine muhalefet etmek istiyorsun?” diyerek nefsini te’dip etmiştir.


Hazırlayan M.İkbal CANDAN

 

Editör: TE Bilisim