1923'te Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı eski adı Hemite şimdi ise Gökçedam olarak bilinen köyde doğdu. Hemite o dönem Adana sınırları içerisindeydi. 

Onun hikayesi de Doğu’dan pamuk tarlalarında umut toplamak üzere yola çıkan diğer bir çok göçmen ailesine benzerdi. 

 

Ailesi Adana’ya uzak diyarlardan, taa Van’dan gelmişlerdi. 

Vanlıydılar. Van Erciş’li... 

O dönem Ernis diye bilinen şimdi ise Ünseli köyündendiler. 

Fakat, hayat şartları. Duramadılar köylerinde. 

I. Dünya Savaşı sonrası Van’daki Rus İşgali patlak verince terkettiler Van’ı. 

Van’da bir Kürt köyünden çıkmış, Türkiye’nin bir diğer ucunda bir Türkmen köyüne yerleşmişlerdi. 

 

Koca köyde tek Kürt aileydiler. 

Evde Kürtçe, köyde Türkçe konuşuyorlardı. 

Çukurova’ya göç eden diğer ailelerin yaşadıkları gibi ‘romanlara’ konu olan bir hayat yaşadılar onlar da... Ama acı bir roman tadında bir hayat. 

Daha çocuk yaşta gözünü kaybetti. 

Gözünü kaybetme hikayesi garipti. 

 

Henüz üçlü yaşlarındaydı. Bebek sayılırdı. Evlerinin avlusunda kurban kesiyorlardı. Halasının eşi kurbanı doğrarken deriden kayan bıçak gözüne saplandı. Oracıkta sağ gözünü kaybetti. 

Fakat kaderin acı cilvesi ona bir yıl sonra daha büyük bir kayıp daha yaşattı. 

Gözünü kaybettikten bir yıl sonra gözünün nuru babasını kaybetti. 

Onu kaybetme hikayesi de acıydı. 

Van’dan göçerken yanlarında babasının oğulluğunu da getirmişlerdi. O da kurtulsun istemişlerdi. 

 

Ama... O oğulluğu bir gün babasının sonu oldu. Camide namazdayken kalbinden bıçakladı babasını... 

 

Çocuk yaşta bu kadar şeyi yaşamak kolay mı... Kekeme oldu... Konuşamaz hale geldi. 

Okula gidince kurtuldu şükür. 

Bu arada annesi de kimsesiz kalınca amcası Tahir’in ikinci eşi oldu. Bir nevi sahipsizlikten kurtuldular. O ise okula başladı.  Daha çocuk yaşta efsanelere, hikayelere, eşkıya hikayelerine merak sardı.  

 

Yıllar sonra onun elinden çıkacak ve Türkiye’nin en önemli eseri olacak kitabın temelleri aslında daha o yıllarda atılıyordu. 

Ortaokula geldiğinde önünde iki seçenek vardı. Ya Karacaoğlan gibi olacaktı. Köy köy gezecek, hikayeler biriktirecek. Yazacak çizecekti. Ya da okula gidecekti. 

 

O hem pamuk işlerinde çalışmayı hem de okumayı seçti. Çalıştı ve okudu. Büyük mücadeleler verdi. Arzuhalcilik yaptı, bir ara hapse girdi çıktı. Kader yıllar sonra ona gazeteci olmanın kapısını açtı.  

 

Takvimler 1951’i gösterdiğinde Cumhuriyet Gazetesi’nin muhabiriydi artık. 

Kaderin cilvesi gazeteciliğe başladığı tarihte yolu memleketi Van’a düştü. 

Çiçeği burnunda gazeteci günlerce süren yolculuğunda Anadolu’nun çeşitli kentlerinden geçmiş ve bu izlenimlerini de yayınlamak üzere yazıp gazetesine gönderiyordu. 

Ama yazılarının yayınlanıp yayınlanmadığından haberdar değildi. 

Bindiği Vapur’da Van’a doğru giderken aklı Anadolu’dan Notlar başlığı ile oluşturduğu röportajlardaydı... 

 

Tam o sırada güvertede oturan bir subayı gördü. Yanında bir tomar Cumhuriyet Gazetesi vardı. Yakasındaki yılan işaretinden doktor olduğunu anladı. Yanına yanaştı, hem selam verdi hem gazetelere baktı. O arada makalelerinin yayınlandığını gördü. 

Çok sevinmişti. Subay bu kadar büyük bir sevinç yaşamasına şaşırdı. Sebebini sordu. 

Hemen atıldı: “Eğer röportajlarım yayınlanmasaydı, Erciş’teki akrabalarımın yanına gidecek, orada arzuhalcilik yapacak, Cumhuriyet’e borcumu ödeyecektim.” Dedi. 

Erciş’e yeniden yerleşmekten kurtulduğuna değil Cumhuriyet’te yazılarının yayınlandığına seviniyordu. 

 

Subay bunu duyunca ona daha çarpıcı bir haber konusu olduğunu söyledi. 

“Şu talihe bakın,” dedi, “İyi ki sizinle karşılaştık. Burada Akdamar Adası’nda Ermenilerden kalma bir kilise var. Bir yapı başeseri. Bugünlerde bunu yıkıyorlar. Yarın sizi oraya götüreceğim.” dedi. 

 

Heyecanlandı ama tedirgindi: “Çok yeni bir gazeteciyim, elimden ne gelir ki...” Bu işe bulaşırsa işinden de olacağını düşündü. Ama aklında kaldı. 

Vapurdan indiler. Van’ı o zamanki tek oteline gitti. Orada yattı gece. 

Sabah yüzbaşı onu almaya geldi. Yanında tanıdık birisi vardı: İlyas Kitapçı. 

Kitapçı 1937 yılında Van’ın ilk matbaasını kuran isimdi. Sonra da Haydar Perihanoğlu ile halen bugün yayın hayatına devam eden Vansesi’ni kuran isimdi. Cumhuriyet’in de Van muhabiriydi Kitapçı.  

 

O gün tanıştığı Kitapçı’dan, “Altmış yaşlarında olgun, güzel düşünceli bir kişiydi.” diye bahsediyor.  

Sonra ondan Akdamar Kilisesi’nin hikayesini dinledi. 

Yıkımın önüne geçemediklerini, Vali’nin de bunu istemediğini ama emirin büyük yerden olduğunu anlattı. Ama İlyas Kitapçı bir öneride bulundu.  

Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu Nadir Nadi’nin bu işi çözebileceğini söyledi. “Olur” dedi. Bu arada da Akdamar’a doğru yola çıktılar. 

 

Adaya varır varmaz yıkımın başlamış olduğunu gördü. Kilisenin yanındaki küçük şapelde yıkım başlamıştı bile. Subay da görünce öfkelendi. Hemen dönüp Vali’ye gideceğini söyledi, giderken de “Ben gelene kadar da sakın yıkmayın” dedi. 

Van’a döndüler. Hemen gazeteyi aradılar ama o gün cevap alamadılar. 

Ertesi gün yine aradılar. En son Nadir Nadi’ye ulaştılar. Tüm detayları anlattılar. 

Nadi Bey de olayı hemen dönemin Milli Eğitim Bakanı Avni Başman’a anlatacağını aktardı. “O bu işi çözer” dedi. 

 

Aradan bir kaç gün geçti. Rahmetli İlyas Kitapçı yüzbaşı ile birlikte otele gelip kapıyı çaldı. “Müjdeler olsun” dediler, Vali’ye yıkımı durdurma kararının telgraf iletildiğini söylediler.  

Ve o gün yani 25 Haziran 1951 günü Akdamar’daki yıkım durduruldu. 

O da genç bir gazeteci olarak gazetecilik kariyerine iyi bir iş çıkararak başlamış ve Van’a da kıymeti yıllar sonra anlaşılacak bir vefa borcu ödemiş olacaktı. 

 

*** 

 

O genç gazeteci Kemal Sadık Gökçeli idi. 

Bizim bildiğimiz adıyla Yaşar Kemal... 

 

28 Şubat 2015 günü vefat eden Kemal’in geçen Cuma, yani 6 Ekim ise doğum günüydü. 

Sosyal medyada sözleri, unutulmaz eserleri, Türkiye Edebiyat tarihine altın harflerle adı yazılmış İnce Memed’i, röportaj gazeteciliğine yaptığı büyük katkısı konuşulup duruyordu. Tüm Türkiye’de o gün en çok konuşulan ve söz edilen isim oldu. 

O arada bir paylaşım daha gördüm. 

 

Şeyhmuz Diken, “Vanlılar nerdesiniz? Bakın Adana’yı örnek alın. Yaşar Kemal Van’dan Adana’ya gitmemiş miydi?” diye bir paylaşım yapmış altına da Adana Seyhan Belediyesi tarafından düzenlenen ‘Hemşerimiz Yaşar Kemal, Hüyükteki Nar Ağacına Yolculuk’ adındaki bir tanıtım toplantısı ve panel afişini iliştirmişti. 

Ben de o afişi gazeteci Osman Nuri Yıldız’ın paylaşımından gördüm. 

Diken’in paylaşımını Yıldız şu notu düşerek paylaşmıştı: 

“Van, aslında her yıl binlerce turist çeken, Van turizminin sembol resimlerinden biri olan Akdamar Kilisesi'nin ayakta kalmasını da Yaşar Kemal'e borçlu. Alain Bosquet’e ait ‘Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor’ adlı kitapta olayın perde arkası çok iyi anlatılmış. 

Evet kurgu falan değil. Yaşar Kemal, Akdamar Adası’nın yıkımı ile ilgili bu anıyı aynen yukarıda adı geçen kitapta anlatıyor. 

Söz konusu Akdamar şu geçtiğimiz yıl 120 bin insanın ziyaret ettiği, Van’ın şu an sahip olduğu en büyük kültürel, tarihi ve turistik değerlerden birisi olan ve UNESCO’nun dünya miras listesine girmeyi bekleyen Akdamar. 

 

*** 

 

Tüm bunlardan sonra dönüp bakıyorum. 

Bizim Yaşar Kemal, olmuş Adanalı Yaşar Kemal. 

Adına Yaşar Kemal Kültür Merkezleri kurulmuş, Sanat Günleri düzenlenmiş, Yaşar Kemal Vakfı kurulmuş.  Yani Yaşar Kemal isminden her yönüyle faydalanılmış. 

Peki Van ne yapmış? 

 

Bizim Ünselili hemşehrimizi resmen unutmuş Bu kentte Yaşar Kemal ile özdeşleşen hiç bir eser hiç bir değer korunmamış. 

Bırakın bir değer olarak adının yaşatılmasını bir sokağa ismi bile verilmemiş. 

 

*** 

 

Şaşırdık mı? Hayır. 

Bakın size Van’dan göç edip tıpkı Çukurova’da meşhur olan bir yitik değerimizi de hatırlatayım.